Biz, tam demokrasiye giden yolun hak ve özgürlüklerden geçtiğini biliyoruz. Türkiye’ye bir zihniyet değişimi öneriyoruz. Vatandaşlarımızın özgürlüklerini doyasıya yaşayacağı Türkiye’nin hızla zenginleşeceğini bilerek yaklaşımımızı ortaya koyduk. Şimdi prangaları sökmenin vaktidir.
1. İNSAN ONURUNUN KORUNMASINA DAYANAN ANAYASAL DEVLETİ TAHKİM EDECEĞİZ
NEDEN?
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bugüne her zaman anayasalı bir devlet olmuştur ama hiçbir zaman devletin hukuka bağlı kaldığı, temel hak ve hürriyetlerinin bütünüyle güvence altına alındığı anayasal bir devlet olamamıştır.
Benzer şekilde askeri bir darbe ürünü olan Anayasa, bireyi devlet karşısında güçsüzleştiren, bireyin haklarından ziyade ödevlerini öne çıkaran ve temel hak ve özgürlükleri geniş bir biçimde kısıtlayan yapısı ile demokratik bir toplum düzeninin oluşmasının önünde önemli bir engeldir. 2001 ve 2004 yıllarında yapılan Anayasa değişiklikleri, temel hak ve özgürlüklerin iyileştirilmesi yönünde önemli gelişmeler olsa da en son 16 Nisan 2017 referandumu ile gerçekleştirilen değişiklikler ve son yıllardaki Anayasa dışındaki fiili uygulamaların yoğunlaşması ve kalıcılaştırılması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin günümüzde Anayasa ile bağlı bir devlet olmaktan uzaklaşmasına yol açmıştır.
Bugün Anayasanın; devletin anayasal bir devlet olmasını engelleyen katı merkeziyetçi, dışlayıcı ve temel hakları kısıtlayıcı anlayışının aşılması hedeflenmeliyken geldiğimiz noktada Türkiye Cumhuriyeti anayasalı bir devlet olma vasfını dahi fiilen yitirmiş bulunmaktadır. Bu sebeple öncelikli olarak anayasalı devlet anlayışını yeniden tesis etmeyi ve bu anayasalı devletin anayasal bir devlete dönüşmesi için gereken reformları gerçekleştirmeyi hedefliyoruz.
Anayasal bir devlet varlık sebebini insana dayandırır, anayasal devletin temel sorumluluğu insan onurunun korunması ve yüceltilmesidir. İnsan onuru Anayasa’nın taşıyıcı ilkesi ve en öncelikli anayasal değerdir; devletin görevi ve meşruiyet kaynağı insana hizmettir. Bu sebeple Anayasa’da yer alan insan onuru teminatı; yasama, yürütme ve yargıdan oluşan tüm devlet erklerini bağlar ve tüm değer yargılarının esasını oluşturur.
Temel hak ve özgürlükler var oluşla kazanılan, kaynağı insan onuru olan vazgeçilmez ve devredilmez hakları ve özgürlükleri ifade etmektedir. DEVA Partisi olarak tüm kurum, işlem ve eylemleriyle insan onurunu koruyan ve yücelten bir devlet anlayışını hedefliyor, temel hak ve özgürlükleri merkeze alan özgürlükçü demokrasiyi savunuyoruz.
NASIL?
2.TEMEL HAKLARIN GÜVENCEDE OLDUĞU BİR KORUMA SİSTEMİ KURACAĞIZ
NEDEN?
Anayasal devlet, temel hak ve hürriyetleri insanlara bahşeden değil, aksine meşruiyetini temel hak ve hürriyetlerden alan bir kurallar sistemidir. Dolayısıyla temel hakların güvence altına alınması anayasal devletin özüdür.
İnsan hakları ihlallerinin önlenmesine yönelik etkili bir koruma sisteminin oluşturulması, Anayasada güvence altına alınan temel hak ve hürriyetlerin sadece kâğıt üstünde yazılı bir iyi niyet temennisinden ibaret olmaması ve insan hayatına gerçek manada dokunabilmesi için bir zorunluluktur.
Anayasa’nın insan haklarına dayanan bir anlayışta olmamasıyla paralel olarak, insan hakları ihlallerini önleme mekanizmasına yönelik ülkemizde öngörülen kurumların temel hak ve hürriyetleri korumada etkili bir işlevi yoktur. Anayasal bir devlet iddiasının gereği için bu kurumların işlevsel hale getirilerek etkili bir insan hakları koruma mekanizmasına dönüşebilmesi için gereken tedbirleri alacağız.
NASIL?
3.YARGI BAĞIMSIZLIĞINI TEMİNAT ALTINA ALACAĞIZ
NEDEN?
Türkiye demokrasi ve hukuk devleti olma bakımından çok ciddi bir gerileme ile karşı karşıyadır. 2021 yılı hukukun üstünlüğü endeksinde Sudan, Rusya, Çin ve Belarus’un dahi gerisinde kalarak 139 ülke arasında 117. sırada yer alıyoruz. Çok acıdır ki yine bu endekste Türkiye, temel haklar konusunda sondan 8. olarak 133. sırada yer almaktadır. Nitekim, Türkiye’de yargıya güven 2021 yılında %21’e kadar düşmüştür.
Yargı bağımsızlığının iflas ettiği bir sistemde, temel haklara yönelik anayasal ve yasal güvenceler anlamsızlaşmaktadır. Ceza yaptırımları, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, ifade özgürlüğü vb. haklar üzerinde baskı aracına dönüşmüş tehditkâr ve sindirici etkilere yol açmaktadır. Öte yandan, HSK yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlama konusunda oldukça kötü bir sınav vermeye ve iktidarın talepleri doğrultusunda yargıyı şekillendirmeye devam etmektedir. Bu nedenle, bu sorunların çözülebilmesi ve temel hakların güvence altına alınabilmesi için yargı bağımsızlığının tamamıyla tesis edilmesi zorunluluktur.
NASIL?
1.TEMEL HAKLARDAN HERKESİN EŞİT ŞEKİLDE YARARLANMASINI SAĞLAYACAĞIZ
NEDEN?
Anayasa’nın kanun önünde eşitlik başlıklı 10. maddesinde, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle eşit olduğu belirtildikten sonra, devlet bu eşitliğin hayata geçirilmesiyle yükümlü kılınmış ve devlet organları ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda olduğu vurgulanmıştır.
Anayasa’nın bu açık hükmüne rağmen, ülkemizde eşitlik ilkesi yerine ötekileştirme ve kayırmacılığa dayanan bir anlayış egemendir. Ne yazık ki çeşitli yargı kararlarına rağmen ülkemizde eşitlik ilkesi yaşama geçirilememiş; çeşitli temellerde azınlık teşkil eden grupların hakları güvence altına alınmamıştır. Öte yandan yine anayasal bir kural olan kamu hizmetlerine alınmada eşitlik ilkesi yok sayılarak liyakat ilkesi rafa kaldırılmıştır.
NASIL?
2.KAPSAYICI BİR VATANDAŞLIK TANIMI YAPACAĞIZ
NEDEN?
Vatandaşlık, bireyi devlete bağlayan siyasi ve hukuki bir bağdır. Vatandaşın devlete olan aidiyetini gösteren bu bağ, aynı zamanda onun devlet karşısındaki hakları ile ödev ve sorumlulukları arasındaki ilişkiyi de ortaya koyar. Bu yönüyle, vatandaşlık bağının Anayasada düzenleniş şekli ve vatandaşlık ilişkisinin niteliği, devletin nasıl bir birey ve toplum tahayyül ettiğinin de açık bir yansımasıdır.
Türkiye’de anayasalar, toplumun eşitlik, özgürlük ve demokrasi taleplerini yansıtmaktan ve çoğulcu demokrasiyi tesis etmekten uzak kalmıştır. Anayasanın bireye ve devlete yüklediği anlam, toplum ve kimlik tasavvuru, devleti tüm yurttaşlara eşit mesafede duran bir hakem olmaktan çıkarıp bir taraf haline getirmiştir. Anayasanın 66. maddesinde yer alan vatandaşlık tanımı, bu durumun en açık göstergesidir.
Kabul edeceğimiz vatandaşlık anlayışında herhangi bir etnik, dini ya da kültürel kimliğe atıf yapılmayacak, farklılıklar arasında birisini diğerlerine karşı ayrıcalıklı kılan bir tercihte bulunulmayacak ve her vatandaşı eşitlik temelinde kapsayan bir anlayış benimsenecektir.
NASIL?
3.ANADİLİ İLE İLGİLİ HAKLARI ANAYASAL GÜVENCEYE KAVUŞTURACAĞIZ
NEDEN?
Anadillerin gelişiminin devlet tarafından desteklenmesi, anadilin öğrenilmesi için kursların açılması, anadili öğretecek kişilerin yetiştirilmesi, farklı anadillerin geliştirilmesi için üniversitelerde enstitü ve bölümler açılması gibi anadil hakkının teminatında yaşanan sorunlar hala güncelliğini korumaktadır. Ayrıca kişinin kendi anadilinde konuşması, eğitim alması, iletişim kurması, kültürel bir hak olmanın yanında çocukluktan itibaren kişinin ruhsal gelişiminin sağlıklı bir şekilde oluşmasına da katkı sağlamaktadır.
Anadilin hayatın her alanında kullanılması, öğrenilmesi ve geliştirilmesi ile beraber anadilinde eğitim alınması temel bir haktır. Ayrıca eğitim ve öğretimde ortak ve resmi dilimiz Türkçenin yanında; anadili Türkçe olmayan çocukların anayurtlarında kendi dilleri ve kendi kimlikleriyle var olabilmeleri için kendi anadillerinde de eğitim almalarının ve anadillerini rahatlıkla konuşabilmeleri şarttır. Oysa ülkemizin çok kültürlü ve çok dilli toplum yapısına rağmen, farklı anadillerin ve lehçelerin öğretilmesi, kullanılması, korunması ve geliştirilmesi etrafında yaşanan tartışmalar ve bunun yol açtığı çatışmalar uzun bir zamandır devam etmektedir.
Anadilinde eğitimin bir hak olarak kabul edilmesinin yanında, farklı kimliklerin varlığının teminat altına alınması; yerleşim yerlerinin eski adlarının da yerel toplumun taleplerine uygun bir şekilde aslına döndürülmesi, yine farklı anadile ait isimlerin çocuklara hiçbir sınırlamaya tabi olmaksızın verilebilmesini gerektirmektedir.
NASIL?
4.EŞİTSİZLİK VE AYRIMCILIKLA MÜCADELEYE EĞİTİMDEN BAŞLAYACAĞIZ
NEDEN?
Ayrımcılık ile mücadele edebilmek için evrensel standartları referans alarak Anayasal ve yasal düzenlemeler yapmak kaçınılmaz bir zorunluluktur; fakat hukuki düzenlemeler yapmak tek başına bu mücadelenin verilmesinde yeterli olmayacaktır. Bu minvalde, ayrımcılığın her türlüsünü ortadan kaldırmak; barış ve huzur içinde, müreffeh bir ülkenin eşit vatandaşları olarak bir arada yaşayabilmek için başta eğitim olmak üzere pek çok alanda uzun yıllara yayılan, sürekli çalışmalar yapılması gerekmektedir.
DEVA Partisi olarak eşit vatandaşlık ve ayrımcılık yasağına ilişkin yürüteceğimiz Anayasal ve yasal çalışmalar yanında eğitim faaliyetleri de yürüterek kalıcı bir barışı ve huzur ortamını tesis etmek için çalışmalar yapacağız.
NASIL?
5.AYRIMCILIK İLE MÜCADELE EDECEĞİZ
NEDEN?
Ayrımcılık teşkil eden uygulamalar; toplumsal huzur ve refahımızı zedeleyen, toplumun özellikle dezavantajlı ve korunaksız kesimlerinin hayatını zorlaştıran ve toplumu huzur içinde bir ve beraber yaşama idealinden uzaklaştıran söz ve eylemlerdir. Müreffeh ve huzurlu bir toplumun var olabilmesi için ayrımcılık ile mücadele etmek demokratik kültürün şartı ve hukuk devletinin asli görevlerinin başında gelmektedir. Fakat her gelen iktidarın kendi makbul vatandaşlık anlayışının topluma dayatıldığı ve farklılıkların sorun olarak görüldüğü bir “devlet” anlayışının egemen olduğu ülkemizde maalesef ayrımcılık ve nefret söylemi giderek yaygınlaşmaktadır.
Yıllar içerisinde yasal düzenlemeler yapılmasına ve yeni kurumlar ihdas edilmesine rağmen açıkça görülmektedir ki ne Anayasa metinleri ne de yasal ve kurumsal düzenlemeler süregelen ayrımcı uygulamalara son verme konusunda etkili olabilmiştir.,
Ülkemizi barış ve huzur içinde müreffeh bir yaşam süren onurlu insanların ülkesi yapmak idealini siyasi programının en temel hedefi olarak gören DEVA Partisi; ayrımcılıkla etkin mücadeleyi de devletin en temel görevlerinden biri olarak kabul etmektedir.
NASIL?
6.NEFRET SUÇLARI İLE MÜCADELE EDECEĞİZ
NEDEN?
Hoşgörüsüzlüğün ve önyargının şiddetle dışavurumu olan nefret suçu hem mağdurun hem de mağdurun kendisini içinde tanımladığı veya ait olduğu toplumsal kesimin üzerinde derin yaralar açar. Bu suçlar toplumsal huzuru ve istikrarı doğrudan etkiler. Bu nedenle bireylerin ve toplumun güvenliği için bu suçlara güçlü bir şekilde karşılık vermek demokratik toplumun bir gereğidir.
Nefret suçları; öldürme, yaralama, yağma, tehdit, işkence ve hakaret gibi pek çok farklı suç tipi olarak gerçekleşebilir. Bir suçun nefret suçu olarak tanımlanması suçun hangi saikle işlendiğiyle doğrudan ilişkilidir. Türk Ceza Kanunu’nun 122. maddesi “Nefret ve Ayrımcılık Suçu” başlığı taşımasına rağmen bu düzenleme nefret suçundan ziyade ayrımcılık suçuna dair bir düzenlemedir. Bunun yanı sıra Türk Ceza Kanunu’nun “İnanç, Düşünce ve Kanaat Hürriyetinin Kullanılmasını Engelleme Suçu” başlıklı 115. maddesi, “Hakaret Suçu” başlıklı 125. maddesinin 3/a-b maddeleri, “Kişisel Verilerin Kaydedilmesi Suçu” başlıklı 135. maddesinin ikinci fıkrası ve “İbadethanelere ve Mezarlıklara Zarar Verme Suçu” başlıklı 153. maddesi kısmen nefret suçuna dair düzenlemeler olarak değerlendirilmekle beraber bu düzenlemeler nefret suçlarının bütünü ile mücadelede son derece yetersizdir. Dolayısıyla ceza kanunumuzda evrensel standartlarda bir nefret tanımı ve cezası yer almamaktadır.
DEVA Partisi olarak, nefret suçlarıyla etkili bir şekilde mücadele edecek ve toplumsal barış ve huzurumuza kasteden bu suça asla müsamaha göstermeyeceğiz.
NASIL?
Kadının eğitimi, çalışma imkanlarına erişimi, psikolojik tacize ve şiddete karşı korunması, kanun önünde eşitliği ve toplumsal hayatın her alanında karar alma ve yönetim mekanizmalarına etkin katılımının sağlanması demokratik toplum bakımından hayati bir önem taşımaktadır. Bu nedenle, toplumsal cinsiyet eşitliği, sosyal adalet ve güçlü bir toplum için kadının sosyal ve ekonomik durumunun güçlendirilmesi bir zorunluluktur.
Bu doğrultuda yapılması gereken çok sayıda düzenleme ve alınması gereken önlemler için çok yönlü (ekonomik, sosyal, eğitim, hukuki), çok aktörlü (idari makamlar, STK’lar, kolluk, yargı vs.) ve çok aşamalı (acil olanlar, orta ve uzun vadede yapılması gerekenler) adımlar atılmalıdır.
DEVA Partisi olarak, kadınların demokratik bir toplumda sahip olması gereken haklarını teminat altına alabilmek için gereken bütün çalışmaları yapacağız.
1.KADINLARA YÖNELİK AYRIMCILIĞA SON VERECEĞİZ
NEDEN?
Evde, çalışma hayatında, sosyal hayatta, siyasi alanda kadına yönelik uygulanan ayrımcılık bugün kadına karşı şiddetin en önemli nedenlerinden biridir. Kız çocuklarının okuma oranlarının erkek çocuklara nazaran daha düşük olması dahi ayrımcılığın ve eşitsizliğin kadının hayata başladığı ilk andan itibaren var olduğunu göstermektedir. Kadın-erkek eşitliğinin sağlanamadığı toplumlarda ayrımcılığın yüksek oranda uygulandığı dikkate alındığında, bu sorunun çözümü için en temelden kadın ve erkek eşitliğinin zihinlere aşılanması gerekmektedir. Eşitliğin sağlanması adına farkındalık çalışmaları ile işe başlamakla birlikte, kadına yönelik ayrımcılık doğuran her türlü eylemden de acilen vazgeçilmesi gerekmektedir.
NASIL?
2.KADINLARA YÖNELİK ŞİDDETİ ÖNLEYECEĞİZ
NEDEN?
İstatistiklere göre son yıllarda giderek artan kadına yönelik şiddet neticesinde neredeyse her gün en az bir kadın cinayeti gerçekleşmektedir. Devlet bu ölümleri önlemek için üzerine düşeni gereği gibi yerine getirememekte, risk altındaki mağdur kadınları korumakta büyük zafiyet göstermektedir. Mevcut iktidar, kadına yönelik şiddeti önleme amacıyla kendi döneminde imzalanan İstanbul Sözleşmesi’ni dahi tek taraflı feshederek sorunu çözümsüzlüğe itmektedir.
NASIL?
Çocuk bireydir, kendi fikri ve hayatı vardır. Çocukların sadece çocuk olmaktan kaynaklanan haklarına saygılı olunmalıdır. Ancak çocuğun bir birey olduğu bilinci ülkemizde göz ardı edilmiş, çocuk haklarını koruyabilmek ve geliştirebilmek adına atılan adımlar yetersiz kalmış, çocuklar özellikle son dönemde artan şiddet, istismar ve çeşitli sömürülere maruz bırakılmış ve devlet etkin bir koruma mekanizması tesis edememiştir.
Bu nedenle çocuk dostu bir adalet sisteminin tesis edildiği, çocukların korunma haklarının güvence altına alındığı, çocukların cinsel istismara karşı korunduğu ve çocuk evliliklerinin önlendiği bütüncül bir koruma mekanizmasının oluşturulması zorunlu hale gelmiştir. Nitekim, Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre güvenlik birimlerine gelen veya getirilen çocukların karıştığı olay sayısı 2021 yılında, 2020 yılına göre %10,8 oranında artarak 499 bin 319 olmuştur. Bu olaylarda çocukların 207 bin 999’u mağdur sıfatıyla ve 132 bin 943’ü suça sürüklenme sebebiyle güvenlik birimlerine getirilmiştir. Bu rakamlar, çocuk hakları konusunda kapsamlı bir çalışma yapılması gerektiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
1.ÇOCUKLARIN KORUNMA HAKLARINI GÜVENCE ALTINA ALACAĞIZ
NEDEN?
Ülkemizin de kabul ettiği Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme uyarınca 18 yaşın altındaki her birey çocuktur. Anayasa da çocuk haklarını düzenleyerek, çocukların istismara ve şiddete karşı korunmasını devlete ödev olarak yüklemiştir. Yine çocuklar için pozitif ayrımcılığa cevaz veren düzenlemeler mevzuatta yer almaktadır. Tüm bu düzenlemelere rağmen ülkemizde çocukların yaşadığı önemli sorunlar güncelliğini korumaktadır. Kız çocukları ağırlıklı olmak üzere çocukların eğitime istenilen seviyede erişememesi, çok sayıda çocuk işçi çalıştırılması, çocuk istismarlarının önlenememesi, çalışan annelerin çocuklarının bakım problemi, özel gereksinimli çocukların topluma entegre edilememesi, çocukların uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanımının engellenememesi gibi sorunlar yaşanmaya devam etmektedir. Ayrıca suça sürüklenen çocukların da rehabilitasyonunda ilerleme sağlanamamaktadır.
NASIL?
2.ÇOCUKLARI CİNSEL İSTİSMARA KARŞI KORUYACAĞIZ
NEDEN?
Ülkemizde cinsel istismara maruz kalan grupların başında ne yazık ki çocuklar gelmektedir. Mevcut yasal ve yapısal eksiklikler nedeniyle giderek artan bu sorun, istismara uğrayan çocuklar açısından yıkıcı etkilere neden olan ciddi bir toplumsal meseledir. Adalet Bakanlığı verilerine göre, 2021 yılında çocukların cinsel istismarı suçu kapsamında ceza mahkemelerinde görülen toplam 29.822 davada 16.161 mahkûmiyet kararı verilmiştir. Mahkemeler tarafından verilen karar sayısı, 2020 yılına oranla %32,55 artış göstermiştir. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre de 2014-2017 yılları arasında 59.284 çocuk cinsel istismara maruz kalmıştır. Bu çocukların 7.466’sı erkek, 51.818’i ise kız çocuğudur.
NASIL?
İnsan hakları içinde değer sırası bakımından ilk ve temel olan yaşam hakkı, kamusal makamlar tarafından öldürülmeme ve yaşama yönelik tehlike ve risklere karşı yine kamusal otoriteler tarafından korunma hakkını içerir. Nitekim Anayasanın17/1. maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 2. maddesi ve Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 6. maddesi insan yaşamının korunmasını güvence altına almıştır. Bu çerçevede gerek AYM gerekse AİHM kararlarında devlete bazı yükümlülükler yüklenmektedir. Bu yükümlülükler üç kategoride sınıflandırılabilir. Birinci kategoride devletin pozitif yükümlülüğü olarak adlandırılabilecek husus “Yetki alanında bulunan tüm bireylerin yaşam hakkını gerek kamusal makamların gerek diğer bireylerin gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere ya da doğal tehlikelere karşı korumak” şeklinde ifade edilmektedir. İkinci kategoride devletin negatif yükümlülüğü olarak adlandırılan “Yetki alanında bulunan hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı veya ihmale dayalı olarak ve hukuka aykırı şekilde zarar veya son vermemek” şeklinde tezahür eden yükümlülüktür. Üçüncü kategori ise “Doğal olmayan her ölüm olayının (yaşama hakkına ilişkin her tecavüzün) tüm yönlerinin ortaya konulmasına, sorumlu kişilerin belirlenmesine ve gerekiyorsa cezalandırmasına imkân tanıyan bağımsız ve etkin bir soruşturmanın yürütülmesi” şeklinde ifade edilen usul yükümlülüğüdür.
Bu yükümlülükler ile yaşam hakkına yönelik saldırıların hukuk ve ceza davaları ile yaptırım altına alınması, bu yaptırımların uygulanabilmesi için etkili bir mekanizma kurulması ve son olarak da kamuda görevli olan yetkili kişilerin, bireyin yaşam hakkına karşı bir tecavüz olacağını bilmesi durumunda gerekli olan tüm tedbirleri almasının sağlanması amacı güdülmektedir.
Ne yazık ki ülkemizde en temel hak olan yaşam hakkı sıkça ihlal edilmektedir. Devletin pozitif yükümlülüğünü yerine getirmiş sayılması için, yaşama hakkını koruyucu düzenlemelerin varlığının yeterli olmadığının farkındayız. Bu nedenle bu düzenlemeleri yaşama geçiren, ihlalleri cezalandıran ve ilerde işlenebilecek olası ihlalleri cezalandıracak etkin bir adli sistem kurarak yaşam hakkı ihlallerini ortadan kaldıracağız.
1.KOLLUĞUN VE GÜVENLİK GÜÇLERİNİN YAŞAM HAKKI İHLALLERİNİ ENGELLEYECEĞİZ
NEDEN?
Kamu düzenini sağlamakla yükümlü kolluk güçleri, olayı başka bir şekilde engelleme imkânı kalmadığında son çare olarak ve kademeli bir şekilde zora başvurabilmektedir. Anayasanın ve AİHS’nin aradığı “zorunluluk ve orantılılık” şartları bulunmadan doğruca ve duraksamadan hedefe karşı ateşli silah kullanılması, yaşam hakkını ihlal etmektedir. Özellikle kolluk güçlerinin yargısız infazı, dur ihtarına uyulmaması veya rastgele ateş açması gibi eylemleri sonucunda meydana gelen ölümlerin ülkemizde sık gündeme geldiği görülmektedir.
Öte yandan, doğu ve güneydoğu illerinde güvenlik güçlerine veya resmî kurumlara ait askeri araçların meskûn mahallerde çocuklara çarpması sonucu ölümler meydana gelebilmektedir. Bazı durumlarda bu eylemleri gerçekleştiren kamu görevlilerinin gerekli cezaları almadıkları da bilinmektedir. Bu çerçevede yaşam hakkı ihlallerini önlemek en başta olan görevlerimizden birisidir.
Diğer taraftan, sınır bölgelerinde mayınların patlaması sonucu ölümler meydana gelebilmektedir. Bu çerçevede oluşan can kayıplarını önlemek için gerekli tedbirlerin alınması şarttır.
NASIL?
2.CEZA İNFAZ KURUMLARINDA YAŞAM HAKKI İHLALLERİNİ ENGELLEYECEĞİZ
NEDEN?
Ülkemizde ceza infaz kurumlarında bulunan kişi sayısı, özellikle 2016 yılından sonra oldukça artmıştır. Gerek tutuklu gerekse de hükümlü olarak hapishanelerde 300.000’den fazla kişi bulunmaktadır. Bu kişiler hastalanmakta, intihar etmekte, şiddet görmekte veya çeşitli ihmaller sonucu ölebilmektedir. Yaşam hakkı hükümlü ve tutuklular ile gözaltında bulunan kişiler bakımından özel bir öneme sahiptir. Bu kişiler devletin denetimi ve gözetimi altındadır ve hassas bir konumdadır. Devletin, denetimi altında olan bir kişinin sağlığında meydana gelen olumsuz değişiklikleri açıklama yükümlülüğü vardır. Söz konusu kişinin ölmesi halinde hesap verme sorumluluğu devlete aittir. Bu kapsamda devletin kendisine düşen yükümlülükleri yerine getirmesi gerekmektedir.
NASIL?
3.ASKERLİK GÖREVİNDE YAŞAM HAKKI İHLALLERİNİ ÖNLEYECEĞİZ
NEDEN?
Zorunlu ya da muvazzaf askerlik hizmeti esnasında kimi zaman ihmal ve dikkatsizlik sonucu kimi zaman da şüpheli olaylar neticesinde ölümler meydana gelebilmektedir.
NASIL?
İşkenceye sıfır tolerans hedefiyle hareket edilmesi gerekmektedir. İşkence, insanlığa karşı bir suç olup evrensel hukuk tarafından mutlak olarak yasaklanmıştır. Siyasal otoriterleşme ile doğru orantılı olarak devlet erkinin çeşitli kademelerinde yaygınlaşan yasa, kural ve norm denetiminden kaçınma, keyfilik, bilinçli ihmal gibi sebeplerle usul güvencelerinin ihlal edilmesi, gözaltı sürelerinin uzunluğu, izleme ve önleme mekanizmalarının işlevsiz kılınması ya da bağımsız izleme ve önlemenin hiç olmaması vb. nedenlerle resmi gözaltı merkezlerinde işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarında ciddi bir artış görülmektedir. Ülkemiz 2016 yılından itibaren sayısız işkence ve kötü muamele iddiası ile karşı karşıya kalmıştır. Bu iddiaların soruşturulması ve aydınlatılması elzemdir.
Ne yazık ki ülkemizde işkence yapan kişiler, “basit yaralama”, “zor kullanma sınırının aşılması” ya da “görevi kötüye kullanma” gibi suçlardan soruşturulmakta ve bu soruşturmalar da çoğunlukla takipsizlik ile sonuçlanmaktadır. Bu da cezasızlık kültürünün ülkemizde egemen olmasına neden olmaktadır.
İşkence suçu, ceza kanunu kapsamında düzenlenmiş bir suç olup insanlığa karşı suçlar başlığı altında düzenlenmiştir. İnsanlığa karşı suçlarda zamanaşımı süresi de söz konusu olmadığından kamuoyuna yansımış olsun ya da olmasın bu iddiaların titizlikle soruşturulması ve sonuca bağlanması şarttır.
1.ZORLA KAÇIRMA VE KAYBETME VAKALARINI ÖNLEYECEK, GEÇMİŞİ AYDINLATACAĞIZ
NEDEN?
Ülkemizdeki en utanç verici olayların başında gelen hususlardan bir tanesi zorla kaçırma ve kaybetme vakalarıdır. Ülkemizde ne yazık ki 1990’larda yaşanan kaybetme vakalarının yanında, günümüzde de zorla kaybetme vakalarında ciddi bir artış yaşanmış, bu durum uluslararası kuruluşların raporlarına da yansımıştır. OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından bu yana kişilerin sebepsiz yere gün içerisinde zorla bir araca bindirildikleri ve 8-9 ay sonra kamu kurumlarından olan emniyette veya ceza infaz kurumlarında ortaya çıktıkları görülmektedir.
NASIL?
2.CEZA İNFAZ KURUMLARINDA VE GÖZALTINDA İŞKENCE VE KÖTÜ MUAMELEYE SON VERECEĞİZ
NEDEN?
Son dönemde ülkemizde gözaltında ve geri gönderme merkezlerinde işkence ve kötü muamele olağanüstü düzeyde artmıştır. Ceza infaz kurumlarında ise girişten itibaren (çıplak arama, kelepçeli muayene, ayakta tekmil vererek sayım gibi) uygulanan kaba dayak, her türden keyfi muamele ve keyfi disiplin cezaları, hücre cezaları, sürgün ve sevkler inanılmaz boyutlara ulaşmıştır.
NASIL?
3.GÖZALTINDA USUL GÜVENCELERİNİ SAĞLAYACAĞIZ
NEDEN?
Kişiye gözaltı hakkında bilgilendirme, üçüncü taraflara bilgi verme, avukata erişim, hekime erişim, uygun ortamlarda uygun muayenelerin gerçekleştirilmesi ve usulüne uygun raporların düzenlenmesi, hukukilik denetimi için süratle yargısal makama başvurulabilme, gözaltı kayıtlarının düzgün tutulması, bağımsız izlemelerin mümkün olması başlıklarında toplanabilecek usul hukukuna ilişkin teminatların son dönemde büyük ölçüde ortadan kaldırıldığı keyfi bir ortam yaratılmıştır. Bu açıdan işkencenin önlenmesi için usul hukukundan doğan teminatların sağlanması şarttır.
NASIL?
4.İŞKENCEDE CEZASIZLIK POLİTİKASINA SON VERECEĞİZ
NEDEN?
Faillere hiç soruşturma açılmaması, açılan soruşturmaların kovuşturmaya dönüşmemesi, dava açılan vakalarda işkence yerine daha az cezayı gerektiren suçlardan iddianame düzenlenmesi, sanıklara hiç ceza verilmemesi ya da işkence ve bireysel suçlar kapsamında kamu görevi dışında eziyet suçu kapsamına alınarak cezalar verilmesi ve cezaların ertelenmesi gibi nedenlerle “cezasızlık olgusu”, işkence yapılmasını mümkün kılan en temel unsurlardan birisi olarak hala karşımızda durmaktadır.
İşkence suçunun kovuşturulması için yasadaki muğlaklık yerini korumaktadır. İşkence suçu nedeniyle yapılan suç duyurusu başvuruları ya çeşitli gerekçeler ile takipsizlikle sonuçlanmakta ya da daha az cezayı öngören ve zamanaşımına tabi olan “basit yaralama”, “zor kullanma sınırının aşılması” ya da “görevi kötüye kullanma” suçları çerçevesinde soruşturulmaktadır. İşkence ve kötü muameleye son verebilmek için cezasızlık olgusuna yol açan bütün bu uygulamalarla etkili bir şekilde mücadele edilmesi ve gereken tedbirlerin alınması gerekmektedir.
NASIL?
Anayasanın 19. maddesi ile güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesinde “özgürlük ve güvenlik” adı ile düzenlenmiştir. Her iki düzenlemede de özgürlük ve güvenlik kavramları birlikte ele alınmıştır. Kişi özgürlüğü; bireylerin fiziksel anlamda dilediği yerde olma özgürlüğünü, yani fiziksel anlamda özgürlüğünü ifade etmektedir. Güvenlik ise kişilerin bu özgürlüklerinin kısıtlandığı durumlarda sahip oldukları hukuki haklarıdır.
Bütün hak ve özgürlüklerin temelini oluşturan bu hakkı düzenleyen Anayasanın 19. maddesi uyarınca devletin söz konusu hakla ilgili olarak hem negatif hem de pozitif yükümlülüğü bulunmaktadır. Negatif anlamda devlet, hukuka aykırı bir şekilde hakka müdahale etmemekle yükümlü olmakla birlikte pozitif anlamda bu hakkı sınırlandırma durumlarında kişilerin özgürlüğünü ve güvenliğini korumakla yükümlüdür.
Anayasa’nın 19. maddesi ve AİHS’nin 5. maddesi uyarınca kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının; yakalama, gözaltına alma, tutuklama başta olmak üzere koruma tedbirlerinin uygulanması ile mahkemelerce verilmiş hürriyeti kısıtlayıcı cezaların yerine getirilmesi, sınır dışı etme veya geri verme kararı ile sınırlandırılması mümkündür. Sınırlandırma halinde de kişilere bazı haklar tanınmalı ve bu hakların etkin bir şekilde kullandırılması sağlanmalıdır. Ayrıca bu sınırlandırmaların hak ihlaline neden olmaması için bu aşamaların hukuka uygun yürütülmesi ve sınırlandırma içeren her bir kararın hukuka uygun olması gerekmektedir.
1.KEYFİ GÖZALTILARI ENGELLEYECEK, GÖZALTINDA MÜDAFİ İLE GÖRÜŞME YASAĞINI KALDIRACAĞIZ
NEDEN?
Anayasanın 19. maddesinin 4. fıkrası uyarınca yakalama halinde; yakalama sebeplerinin ve şüpheli hakkındaki iddiaların yazılı veya mümkün değilse sözlü olarak derhal, toplu suçlarda da en geç hâkim huzuruna çıkarılana kadar şüpheliye bildirilmesi gerekmektedir. Bildirim hakkına ilişkin bireysel ve toplu suçlar bakımından bu şekilde bir ayrım yapılması, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlal edilmesine yol açmaktadır. Zira AİHS’nin 5. maddesinde böyle bir ayrım yapılmamış, tüm suçlar bakımından en kısa sürede bildirim yapılması zorunlu kılınmıştır.
Toplu işlenen veya terör suçlarında delillerin toplanması uzun süreceğinden bireysel suçlara nazaran farklı gözaltı sürelerinin belirlenmesi mümkündür. Fakat AİHM’e göre 12 veya 14 gün gibi sürelerin terör suçları için dahi uzun olduğu kabul edilmiş, bu uzun süreler nedeniyle ihlal kararları verilmiştir. Toplu işlenen suçlarda da niteliğine uygun düşecek makul süreler belirlenmesi gerekmektedir.
Kişi hürriyetinin sınırlandığı durumlarda, serbest bırakılma talepleri ile yetkili mercii önüne çıkarılma taleplerinin etkin bir şekilde sunulması müdafi desteğinin sağlanmasına bağlıdır. Ancak 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 154/2. maddesinde, belirli suçlar bakımından 24 saat süre ile müdafi ile görüşme hakkının kısıtlanabileceği düzenlenmiştir. Müdafi ile görüşmenin sınırlandırılması, Anayasa’nın 19. ve AİHS’nin 5. maddesi ile yakalanan kişiye tanınan hakların etkin bir şekilde kullanımını, kişinin hakkındaki isnadı ve iddiaları öğrenmesini engellemektedir.
Mevzuata göre, şüpheli veya sanığın çağrıldığı halde gelmemesinin yanı sıra, tutuklama kararı verilmesi veya yakalama emri düzenlenmesi için yeterli neden bulunması halinde de zorla getirme kararı verilmesi mümkündür. Ancak bu durumlarda, özellikle tutuklama kararı verilmesi veya yakalama emri düzenlenmesi için yeterli neden olduğu ileri sürülerek, şüpheli veya sanık hakkında davet usulü işletilmeksizin doğrudan zorla getirme kararı verilmesi, özgürlüğün ölçüsüz bir şekilde kısıtlanmasına yol açmaktadır. Bu konuda; hem kaçma şüphesi olan şüpheli veya sanıkların kaçma riskini önleyen hem de kaçma şüphesi olmayan şüpheli veya sanıkların keyfi olarak zorla getirilmesini önleyen ve vatandaşların kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını güvence altına alan bir düzenleme yapılması gerekmektedir.
NASIL?
2.KORUMA TEDBİRLERİNİ GÖZDEN GEÇİRECEK, TUTUKLAMA YASAĞININ KAPSAMINI GENİŞLETECEĞİZ
NEDEN?
Uygulamada tutukluluk ve tutukluluğun devamı hakkında verilen kararlarla ilgili olarak genel-geçer ifadelere yer verilmesi, tahliye talep eden kişi hakkında somut olayın özelliklerinin değerlendirilmemesi gibi nedenlerle AYM’nin ve AİHM’in ihlal kararları bulunmaktadır.
Tutuklama, istisnai olarak uygulanması gereken bir koruma tedbiridir. Mevzuata göre tutuklama mecburiyeti bulunmamakta, aksine tutuklama kararının verilebilmesi için öncelikle “kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin” ve bir tutuklama nedeninin bulunması gerekmektedir. Ancak uygulamada, istisnai olarak uygulanması gereken bu tedbir peşin bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılmakta, şartları gerçekleşmeden tutuklama kararı verilebilmektedir.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100. maddesinde yer alan katalog suçlar bakımından tutuklamanın istisnai bir koruma tedbiri olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu suçların söz konusu olduğu hallerde de tutuklama yerine adli kontrol hükümlerine başvurulması mümkündür. Ancak uygulamada, katalog suçun mevcut olduğu durumlarda tutuklama mecburiyeti varmış gibi bir algı oluşmakta ve katalog suç isnatlı dosyalarda, tutuklamanın diğer şartlarının oluşup oluşmadığına bakılmaksızın doğrudan tutuklama kararı verilmektedir.
AİHS’nin 5. maddesine bakıldığında, tutuklama için makul şüphe arandığı ve suç ayrımı yapılmadığı görülmektedir. Yasal mevzuatta tutuklama için kuvvetli şüphenin varlığını gösteren somut deliller aranmakta ise de “katalog” olarak adlandırılan suçların varlığı halinde bu şartın nasıl sağlandığının herhangi bir değerlendirme olmaksızın kabul edilmesi, AİHS nezdinde ihlallere neden olmaktadır.
2017 yılında 696 sayılı KHK ile Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 104. maddesi 2. fıkrası değiştirilmiş, hâkim veya mahkemelerce verilmiş olan tutukluluk halinin devamı veya salıverme kararlarına tümüyle itiraz etme olanağı getirilmiştir. 2018 yılında 7079 sayılı kanunla aynen kabul edilen bu değişiklik nedeniyle Cumhuriyet Savcıları, hâkim veya mahkemelerce verilen tahliye kararlarına itiraz etme hakkına sahip olmuştur. Bu itirazlar nedeniyle, hakkında tahliye kararı verilen şüpheli veya sanığın ceza infaz kurumundan çıkmadan itiraz üzerine yeniden tutuklanması gibi ölçüsüz durumlar yaşanmıştır.
Bu yetkinin kullanılması, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını risk altında tutmakta, uygulamada hak ihlallerine neden olmaktadır.
NASIL?
3.HUKUKSUZ UYGULANAN ADLİ KONTROL TEDBİRİNE KARŞI TAZMİNAT HAKKI TANIYACAĞIZ
NEDEN?
Anayasanın 19. maddesi, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının hangi hallerde sınırlandırılabileceğini düzenlemektedir. Maddenin son fıkrasında ise belirtilen esaslar dışında bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradığı zararın, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre Devlet tarafından ödeneceğine yer verilmiştir. Bunun yansıması olarak Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 141. maddesinde koruma tedbirleri nedeniyle tazminat hükmü düzenlenmiştir. Ancak bu madde içeriğinde haksız yere adli kontrol hükümlerine tabi tutulanların tazminat isteminde bulunabileceği yer almamaktadır. Oysa adli kontrol tedbirleri de bir koruma tedbiri olup, Anayasa’nın 19. maddesinin sağladığı güvence kapsamında adli kontrol tedbirlerinin haksız yere uygulanması halinde de kişinin tazminat hakkının doğacağı kabul edilmelidir.
Her ne kadar Yargıtay 12. Ceza Dairesi, içtihatları ile haksız olarak uygulanan adli kontrol hükümleri nedeniyle de tazminat istenebileceğine hükmedilmişse de yasal düzenleme olması hakkın ihlal edilmemesi için şarttır.
NASIL?
4.SEGBİS KULLANIMINI YENİDEN ELE ALARAK SAVUNMA HAKKINI KORUYACAĞIZ
NEDEN?
Ceza yargılamasında, doğrudanlık, yüz yüzelik ilkesi hâkimdir. Bu ilkeler, sanığın yargılama sırasında bizzat hazır bulunmasını, hâkim tarafından bizzat sorguya çekilmesini, iddialar karşısında savunma yapmasını gerektirmektedir. Bu ilkeler ile, amacı maddi gerçeğin ortaya çıkarılması olan ceza yargılamasında delillerin hukuka uygun bir şekilde değerlendirilmesi ve savunmanın etkin bir şekilde yapılabilmesi amaçlanmıştır.
SEGBİS (Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi) sisteminin yaygın bir şekilde kullanılması ve sanığa bu konuda seçimlik hak tanınmaması özellikle tutuklu olan kişilerin etkili savunma yapma imkânlarını kısıtlamaktadır. Şüpheli veya sanığın savunmalarını ve iddialara karşı itirazlarını duruşma salonunda bizzat bulunarak aktaramaması, hürriyeti ihlal edici nitelikte olan tutukluluk halinin devamı yönünde kararlar verilmesine yol açabilmektedir.
NASIL?
5.BEKÇİLERİN YETKİLERİNİ SINIRLANDIRACAĞIZ
NEDEN?
7245 sayılı Çarşı ve Mahalle Bekçileri Kanunu’nun 11 Haziran 2020 tarihinde yürürlüğe girmesi ile bekçilerin yetkileri daha da genişletilmiştir. Bugünkü aşama ile bekçilerin Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun 16. maddesi uyarınca zor ve silah kullanma yetkisi bulunmaktadır. Bununla birlikte bekçiler, durdurma, kimlik sorma ile kişi özgürlüğünü sınırlandıran ilk işlemlerden biri olan yakalama işlemlerini yapma yetkisine de sahiptir. Gerekli eğitim ve donanıma sahip olmayan kişiler tarafından bu yetkilerin kullanılması kuşkusuz hak ihlallerine neden olmaktadır. Kolluk kuvvetinin bile zor ve silah kullanma yetkisinin sınırlarının yeniden ele alınması gerekmesine rağmen, bekçilere bu şekilde önemli yetkiler verilmiş olması sakıncalıdır.
NASIL?
6.İDARE VE GÖZLEM KURULLARININ ADİL KARARLAR VERMESİNİ SAĞLAYACAĞIZ
NEDEN?
Cezanın infazı amacıyla kişinin ceza infaz kurumunda tutulmasında hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Verilen cezanın hukuka uygun olup olmadığı kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı ile değil adil yargılama hakkıyla ilgilidir.
Ancak, 14.04.2020 tarihinde 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile 29.12.2020 tarihinde yayınlanan Gözlem ve Sınıflandırma Merkezleri İle Hükümlülerin Değerlendirilmesine Dair Yönetmelik uyarınca, hükümlülerin gözlem ve sınıflandırmasına ilişkin yeni düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemelerden biri de ceza infaz kurumlarında bulunan idare ve gözlem kurullarının hükümlüler hakkında açık ceza infaz kurumuna ayrılma, denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak cezanın infazına ve koşullu salıverilmeye esas iyi hâl değerlendirmelerini yapma yetkisidir.
Kişi özgürlüğünü doğrudan etkileyecek nitelikte kararlar veren idare ve gözlem kurullarının yetkilerinin ve değerlendirme ölçütlerinin kanun yerine yönetmelik ile düzenlenmesi doğru değildir. Temel bir hakka müdahale içeren bu yetkilerin ne şekilde kullanılması gerektiğinin kanunla kesin ve net olarak belirtilmesi gerekmekle birlikte, bu yönde bir yetkinin cezaevleri bünyesinde oluşturulan kurullara verilmesi hukuken sakıncalıdır.
Fiili infaz süresini tamamlamış olsa da idare ve gözlem kurullarının özellikle terör suçundan hüküm giyenlere yönelik somut kriterler göz ardı edilerek hükümlünün “iyi halli olmadığına dair” yaptıkları değerlendirmeler ile toplamda on yıl ve daha fazla hapis cezası alanlar ile terör suçu kapsamında cezalandırılan mahkumların mahpusluk durumları devam ettirilmektedir.
NASIL?
7.HASTA MAHPUSLARIN TAHLİYESİ İÇİN TAM TEŞEKKÜLLÜ DEVLET HASTANESİ RAPORUNU KABUL EDECEĞİZ
NEDEN?
Cezaevlerinin doluluk oranının artması ile doğru orantılı olarak hasta mahpus sayısı da artış göstermektedir. Bugün itibari ile resmi olarak hasta mahpus sayısı tam olarak bilinmese de cezaevlerinde yaşanan ölüm sayılarında artış olduğu bir gerçektir.
Son zamanlarda birçok sağlık kuruluşundan cezaevinde kalamaz şeklinde raporu bulunan mahpusların, Adli Tıp Kurumu’nun aksi yönde rapor vermesi nedeniyle tahliye edilmediği görülmektedir.
Hastalıklarına rağmen tahliye edilmeyen, haklarında cezaevinde kalabilir şeklinde Adli Tıp Kurumu raporu verilen mahpusların en başta yaşam hakkı tehdit altında olduğu gibi bu kişiler hukuksuz uygulamalarla özgürlüklerinden de mahrum bırakılmaktadır. Çünkü yasal mevzuata göre belirli bir derecede hastalığı olan mahpusun cezaevinden tahliye edilmesi gerekmekte olup, ölçüt olarak Adli Tıp Kurumu raporu kabul edilmektedir. Ancak bağımsızlığını yitiren Adli Tıp Kurumu’nun raporları nedeniyle, hakkı olmasına rağmen pek çok mahpusun tahliyesi engellenmektedir.
Bununla birlikte, cezaevinde sağlığa erişim de önemli bir sorundur. Tahliye edilmesini gerektirir bir rahatsızlık olarak görülmese de hürriyetinden yoksun bırakılan kişinin tedavisi, CPT standartlarına uygun bir şekilde toplumda sunulan sağlık hizmetlerine uyumlu olarak sağlanmalıdır. Sağlığa erişimde aracı olan sağlık personelinin cezaevi yönetimine karşı bağımsız olması gerekmektedir.
NASIL?
Anayasanın “özel hayatın gizliliği ve korunması” başlığı altında yer alan özel hayata saygı hakkı; kişinin mahremiyetinden şeref ve itibarının korunmasına, adının ve kimliğinin korunmasından sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına, mesleki hayattan kişisel verilerin korunmasına kadar birçok farklı konuda güvenceler içermektedir. Kapsamına aldığı hukuki değerlerin genişliği nedeniyle “torba bir hak” olarak kabul edilen özel hayata saygı hakkı; AİHS’nin en geniş yorumlanan maddelerinden biri olan 8. maddesinde; “Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir” şeklinde düzenlenmiştir. 8’inci maddede yer alan bu düzenlemenin; “özel hayata saygı hakkı”, “aile hayatına saygı hakkı”, “konut dokunulmazlığı” ve “haberleşme hürriyeti” olmak üzere dört temel hakkı korumaya yönelik olduğu görülmektedir.
Özel hayata saygı hakkına yönelik olarak devletin; kişilerin hem özel hayatına müdahale etmeme yönünde “negatif” hem de müdahaleleri önleme yönünde “pozitif” yükümlülüğü bulunmaktadır. Devletin özel hayata saygı hakkına yönelik bu negatif ve pozitif yükümlülüklerini gereği gibi yerine getirmemesi, özel hayata saygı hakkının ihlal edilmesine yol açmaktadır. AİHS’nin 8/2. maddesi de özel hayata saygı hakkına yönelik bir müdahalenin ihlale yol açmaması için “demokratik bir toplumda gerekli olma”, “kanunda öngörülmüş olma” ve “kanuna uygun olarak gerçekleştirilmiş olma” şartlarının birlikte gerçekleşmiş olması gerektiğini düzenlemektedir.
DEVA Partisi olarak; kişilerin kendilerine ait, herkesten gizleyebildiği, özel ve gizli bir yaşam sürdürebilmesini mümkün kılan özel hayata saygı hakkının AİHM içtihatlarına uygun bir şekilde koruma altına alınabilmesi için gereken tedbirleri alacağız.
1. ARAMA VE EL KOYMA UYGULAMALARINDAKİ HAK İHLALLERİNE SON VERECEĞİZ
NEDEN?
Arama bir koruma tedbiri olup şüpheli ya da sanığın yakalanması ya da delillerin yahut müsadere edilecek eşyaların ele geçirilmesi amacıyla yapılan bir araştırma işlemidir. Hukuk devleti olmanın bir gereği olarak arama işlemi, arama kararı veya emrinin sınırlarında, keyfilikten uzak, ölçülü ve insan haklarına uygun bir şekilde yerine getirilmelidir. Bu kıstasların dışında yapılmış olan arama işlemi hukuka aykırıdır.
Arama, temel hak ve özgürlüklere doğrudan müdahale eden bir tedbir olması sebebiyle, tedbirin belirlilik ilkesine uygun olarak yerine getirilmesi zorunludur. Aksine, sınırları belirli olmayan arama işlemi, temel hak ve özgürlüklere keyfi müdahalenin önünü açacağı gibi hukuka olan güveni de zayıflatacaktır. Arama işlemi ile ilgili belirlilik ilkesi olarak ifade edilen husus yasalarımızda açıkça düzenlenmemiştir. Ancak belirlilik ilkesine atıflar söz konusudur. Uygulamada arama ile ilgili olarak her ne kadar mevzuat açık bir şekilde düzenlenmiş ise de birtakım sorunlarla karşılaşılmaktadır. Söz konusu sorunların genellikle kolluk uygulamalarından kaynaklandığı görülmektedir.
El koyma da bir koruma tedbiri olup suçun veya tehlikelerin önlenmesi amacıyla veya suçun delili olabileceği veya müsadereye tabi olduğu için, bir eşya üzerinde, rızası olmamasına rağmen, zilyedin tasarruf yetkisinin kaldırılması işlemi olarak karşımıza çıkar. El koyma suç kapsamında el konulacak eşya ve değerin durumuna göre çeşitlere ayrılır. Postada el koyma, taşınmaz, hak ve alacaklara el koyma, bilgisayar kütüklerine el koyma gibi çeşitleri söz konusudur. Burada da arama tedbiri gibi uygulamadan doğan birtakım sorunlarla karşılaşılmaktadır. Bu nedenlerle özellikle uygulama yapan kolluk teşkilatının eğitilmesi ve var olan kuralları hukuka uygun bir şekilde yerine getirmesi için gerekli tedbirler alınmalıdır.
NASIL?
2.İLETİŞİMİN DENETLENMESİ UYGULAMALARINDAKİ HAK İHLALLERİNE SON VERECEĞİZ
NEDEN?
Telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi; en az iki kişi arasında, biri şüpheli veya sanık olmak üzere, araya bir iletişim aracı sokularak yapılan her türlü haberleşmenin tespit edilmesi, gizli bir şekilde dinlenmesi, kayda alınması veya sinyal bilgilerinin değerlendirilmesidir. İletişimin denetlenmesine uygulamada teknik takip de denilmektedir.
Ceza Muhakemeleri Kanunu’nda bir suç dolayısıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmada, suç işlendiğine ilişkin somut delillere dayanan kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının bulunmaması durumunda, hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısının kararıyla şüpheli veya sanığın telekomünikasyon yoluyla iletişiminin dinlenebileceği, kayda alınabileceği ve sinyal bilgilerinin değerlendirilebileceği düzenlenmiştir. Bu madde kapsamında temel haklardan özellikle haberleşme hürriyetini ihlal etme ile özel hayatın gizliliğini ihlal etme durumu söz konusu olduğundan oldukça sıkı şartlara bağlanmıştır.
İletişimin denetlenmesi usulü mevzuatta oldukça ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiş olmasına rağmen uygulamadan kaynaklanan sorunlar önemli hak ihlallerine yol açabilmektedir. Ülkemizde yakın geçmişte yapılan usulsüz dinlemelerle ilgili soruşturmalar bu hususun açık göstergesidir.
Kişinin temel hak ve özgürlüklerinden biri olan haberleşme özgürlüğüne müdahale teşkil eden iletişimin denetlemesi tedbiri devletin, kimi zaman suç işlenmesini önlemek kimi zaman suç ve suç delillerine ulaşmak için başvurduğu koruma tedbirlerinden biridir. Ancak suç ve suçlu ile mücadelede devlet, keyfi uygulamalardan kaçınmalı ve bu yetkisini yasal düzenlemelere uygun ve ölçülülük ilkesinin gerektiği şekilde kullanmalıdır.
NASIL?
3.KİŞİSEL VERİ GÜVENLİĞİNİ GÜÇLENDİRECEĞİZ
NEDEN?
Kişisel verilerin güvenliği, enformasyon teknolojilerinin gündelik yaşamı tümüyle kuşatmış olduğu içinde bulunduğumuz dönemde, bireyin temel hak ve hürriyetlerini güvence altına almayı öncelemiş olan gelişmiş toplumların ivedi gündemini oluşturmaktadır.
Türkiye’de 2016 yılında Kişisel Verilerin Korunması Kanunu yürürlüğe girmişse de söz konusu Kanun ve beraberindeki yasal düzenlemelerin Türkiye’de kişisel veri güvenliğini sağlayamadığı ortadadır.
Ülkemizde Anayasal bir hak olan kişisel veri güvenliği en başta devlet eliyle ihlal edilmektedir. Zira devletin pozitif yükümlülükleri doğrultusunda veri güvenliğine ilişkin gerekli teknik ve idari tedbirler alınmadığından; muhtelif kamu kurum ve kuruluşlarının veri alt yapılarına yönelik siber saldırıların gerçekleşmesi ve veri ihlallerinin söz konusu olması ne yazık ki, Türkiye için alışılageldik bir durum haline gelmiştir.
E-devlet, e-nabız, ÖSYM, Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü ve sair devlet kurumlarına ait veri kayıt sistemlerine yönelik siber saldırılar gerçekleştirildiği yönünde önemli iddialar gündeme gelmiş ancak söz konusu kamu kurumları tarafından ne kamuoyunu tatmin edici bir açıklama yapılmış ne de konu ile ilgili aktif soruşturma başlatılmıştır.
Daha da önemlisi; kişisel veri işleme faaliyetini, veri ilgilisi lehine büyük ölçüde sınırlayan veri minimizasyonu ilkesi ve kişisel verilerin korunması hukukuna ilişkin diğer tüm ilkeler; söz konusu “devletin” veri işleme faaliyeti olduğunda tümüyle yok sayılarak kamu güvenliği adı altında soyut ve mesnetsiz gerekçelerle bizzat devlet eliyle ihlal edilmektedir.
Öyle ki, gelinen noktada kişisel veri mahremiyetinin sağlanması bir yana devlet tarafından vatandaşların kişisel verileri hukuka aykırı olarak veri minimizasyonu ilkesi sınırları aşılarak işlenmekte; fişleme ve sansür aracı haline gelen kişisel veri işleme faaliyeti ile mutlak bir devlet gözetimi inşa edilmektedir.
Nitekim 2020 yılında Dernekler Kanunu’nda yapılan, dernek üyeleri verilerinin mülki idare amirliğine bildirilmesi zorunluluğu gibi yasal düzenlemelerin yürürlüğe konulmasının yanı sıra; BTK tarafından 2020 tarihli yazı ile internet servis sağlayıcılarından, internet kullanıcılarının tamamının muhtelif kişisel verilerini ihtiva eden trafik verilerinin kendisine gönderilmesini istemiş olduğunun ortaya çıkması gibi çeşitli vakalardan da görüleceği üzere, Türkiye’de devlet eliyle kişisel veri güvenliği ihlal edilmektedir.
Şüphesiz ki kişisel veri güvenliğinin sağlanması ile temelde, bireylerin verilerinin otorite tarafından izlendiğine, kaydedildiğine ve aleyhine kullanılacağına yönelik herhangi bir gözetim endişesi olmadan ve oto sansüre maruz kalmadan yaşaması hedeflenmektedir. Zira yalnızca kişisel verilerin işlendiği ihtimalinin bilinmesi dahi bireylerin kişisel davranışlarını kısıtlayabilecek etkiye sahiptir.
Devlet gözetimine maruz kalan vatandaşın, dernek üyeliğinden internet üzerindeki her hareketine kadar izlendiği düşüncesiyle davranışlarını kısıtlaması ve kendine oto sansür uygulaması neticesinde din ve vicdan özgürlüğü, düşünce, kanaat ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü, toplantı hak ve özgürlüğü, özel yaşamın korunması hakkı başta olmak üzere anayasal haklarının ihlal edilmiş olacağı açıktır. Kişisel verileri hukuka aykırı olarak işlenerek profili belirlenmiş olan vatandaşların bilgiye ve habere ulaşma hakları, kişiselleştirilmiş reklam teknikleri ile sansüre maruz kalarak ihlal edilebilmekte ve bu kişiler böylelikle bilhassa siyasi olarak manipüle edilebilmektedir. Dünya siyasetinde örneklerine şahit olduğumuz bu durumlarda ise vatandaşların seçme ve seçilme haklarının ihlal edildiği ortadadır.
Kaldı ki, hukuka uygun herhangi bir gerekçeye dayanmayan, “kamu düzeni” adı altında soyut ve belirsiz gerekçelerle yapılan veri işleme faaliyetlerinin esasen fişleme amacına hizmet etmekte olduğu, bu durumun herkesin ayrımcılığa, kötü muameleye ve çeşitli haksızlıklara maruz kalacağına yönelik önemli bir tehdit oluşturduğu açıktır.
NASIL?
CEZA İNFAZ KURUMLARINDA ÖZEL HAYATIN İHLAL EDİLMESİNE SON VERECEĞİZ
NEDEN?
Hükümlülük ve tutukluluk, niteliği gereği, kişilerin özel ve aile yaşamı üzerinde çeşitli sınırlandırmalar getirmektedir. Bununla birlikte devlet, hükümlü ve tutukluların sosyal rehabilitasyonunu teşvik etmek, hapishane dışındaki kişilerle bağlarını oluşturmalarına ve sürdürmelerine mümkün olduğunca yardım etmek zorundadır. Özel hayat ve aile hayatına saygı hakkı, ceza infaz kurumlarında kalıyor olmanın hükümlü ve tutukluların üzerindeki etkilerinin, hapsetmenin doğasında bulunan “normal” zorlukların ve kısıtlamaların ötesine geçilmemesini gerektirmektedir. Bu noktada AİHM, hükümlü ve tutukluların, ailesiyle olan ilişkilerini devam ettirmesinde devletin pozitif yükümlülüğü olduğunu kabul etmektedir.
Ceza infaz kurumlarının sistemlerinin düzenlenmesinde yetkililerin geniş bir takdir yetkisinin olduğu ve bu takdir yetkisinin kullanımının hükümlü ve tutukluların özel hayat ve aile hayatlarına saygı haklarına birtakım sınırlandırmalar getirebileceği şüphesizdir. Ancak bu takdir yetkisi kullanımının hak ihlaline yol açmaması için, bu yetkinin demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun ve ölçülü bir şekilde kullanılması gerekmektedir.
Günümüz dünyasında; hükümlü ve tutuklulara yönelik infaz politikalarının salt ıslah amaçlı olmadığı, bu kişilerin yeniden sosyalleştirilip sağlıklı bireyler olarak toplumsal hayata geri dönmelerini sağlamaya da yönelik olması gerektiği kabul edilmektedir. Bu noktada, hükümlü ve tutukluların özel hayata saygı haklarının üzerinde uygulanan sınırlandırmaların büyük bir öneme sahip olduğu açıktır.
DEVA Partisi olarak gerek mevzuat hükümleri gerekse de uygulama Dolayısıyla hükümlü ve tutukluların özellikle haberleşme hürriyeti ile aile hayatına saygı hakları üzerine yaşanan hak ihlallerini sona erdirmek için gereken tedbirleri alarak temel hak ve hürriyetlerin koruma altına alındığı bir infaz politikasını hayata geçireceğiz.
NASIL?
Ülkemizde din ve vicdan özgürlüğü sorunu, genel bir sorun olan demokrasi ve özgürlükler sorunundan bağımsız değildir. Her ne kadar Anayasanın 24. maddesinde din ve vicdan özgürlüğü teminat altına alınmış olsa da insan haklarına dayanan demokratik hukuk devletinin gerektirdiği özgürlükçü bir yapı ve işleyiş hiçbir zaman sağlanamamıştır. Yaşamın hemen hemen her alanında, adeta beşikten mezara kadar din ve vicdan özgürlüğü bakımından birçok sorunla karşılaşılmaktadır.
Devletin tüm görüşler ve inançlar karşısında tarafsız olmaması, kendisinde toplumu biçimlendirme ve dönüştürme görevi görmesi, laiklik ilkesinin anti-demokratik anlaşılması ve otoriter uygulanması ile din özgürlüğü alanına sınırsızca müdahale edilmesi; başörtüsü, Alevilik, gayrimüslim topluluklar örneklerinde somutlaşan biçimde yoğun hak ihlallerine sebep olmuştur.
Günümüzde de yaşanan yoğun hak ihlalleri temelde, devlet gücünü kullananların tarafsızlık ilkesine uymamasına, laiklik ilkesinin temel hak ve özgürlükler ekseninde hayata geçirilmemesine, Anayasal korumanın yetersiz olmasına, AYM ve AİHM kararlarının uygulanmaması yanında belli bir inancı veya ideolojiyi referans alan çoğunlukçu idari ve yargısal pratiklere dayanmaktadır.
DEVA Partisi olarak herkesin inancına ve yaşam tarzına saygı duyulduğu, kişilerin din, inanç ve yaşam tarzı fark etmeksizin özgürce yaşadığı, herkesin kendi kimliğiyle ve kendisi olarak eşit şekilde toplumsal, kamusal ve siyasal yaşama katıldığı ve ötekileştirme hissi doğuran tüm uygulamaların ortadan kaldırıldığı özgürlükçü laiklik anlayışını esas alan bütünlüklü bir sistem inşa edeceğiz.
1.ANAYASADA DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ GÜÇLENDİRECEĞİZ
NEDEN?
İnanmanın, inancını ifade etmenin ve bunlara göre yaşamanın, bu amaçla örgütlenmenin ve kamusal alanda var olma temel bir haktır. İnanç alanına müdahaleden ziyade, insanların inançlarını korkusuzca ve tam bir huzurla yaşayabilecekleri özgür ortamı sağlamak ve insanların inançlarının gereğini yaşamalarının önündeki engelleri kaldırmak devletin temel görevidir.
Devletin bu görevi barışçıl ve saygın bir biçimde yerine getirebilmesi için her türlü inanç, görüş ve ideolojiye eşit mesafede durması ve hiçbir görüşün ne yanında ne de karşısında yer alması gerekir. Zira devletin resmi bir görüşünün olması kendisi gibi düşünmeme özgürlüğünü yok etmeye yeltenmesine, militanlaşmasına ve yasakçı olmasına yol açmaktadır. Bu durumda “insan için var olan” ve “temel hak ve özgürlüklere dayanan” bir devlet anlayışından, yani demokrasiden söz edilmesi de mümkün değildir. Laiklik ilkesinin de insan için var olan devlet anlayışı içinde yorumlanması gerekir, bu sebeple Anayasamız sadece “laik devletten” değil, “demokratik ve laik devletten” bahsetmektedir. Laiklik demokrasinin bir sonucudur, bireyin özgürlüğünü ve dolayısıyla toplumsal çoğulculuğu korumak için devletin tarafsızlığını temin eder, yani bireyin hak ve özgürlükleri lehine devleti sınırlandırır, aksi için öne sürülemez. Bireye bir düşünüş veya yaşam biçimi dayatan bir devletin din ve vicdan özgürlüğünü temin etmesi mümkün olmadığı gibi tarafsızlığını bu şekilde ihlal eden bir devlet bizatihi laiklik ilkesinin ihlal edilmesine yol açmaktadır.
Özgürlükçü laiklik anlayışına göre devlet, kamu düzeni ve başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması için gerekli sınırlamalar dışında din ve vicdan özgürlüğünü kısıtlayamaz. Buna göre laik devlet bir inancı tanımlayamaz, dini toplulukların ibadethanelerini ne tanımlayabilir ne de kısıtlayabilir. Aynı şekilde laik bir devlet, dinî toplulukların iç işleyişlerine müdahale edemez, tüzel kişilik teşkil etme ve kendi din görevlilerini yetiştirme hakkından menedemez, kamuya açık alanda ve kamu görevinde dini inancın gereklerini yerine getirme hakkına saygı duyar.
NASIL?
2.DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERSİNİ ÇOĞULCU BİR İÇERİKTE DÜZENLEYECEK, MUAFİYET HAKKI TANIYACAĞIZ
NEDEN?
Din kültürü ve ahlak bilgisi eğitimi adı altında uygulanan derslerin içeriğinin çoğulcu olmaması ve bu derslerde farklı din ve inançlara yönelik nesnel ve yeterli bilgiye yer verilmemesi, ilgili kişilerin din ve inanç özgürlüklerine müdahale niteliği taşımaktadır. Ülkemizde, bu konuda muafiyet hakkı yalnızca Yahudi ve Hristiyan öğrenciler bakımından kabul edilmekte, bu kapsam dışında kalanlar bu imkândan yararlandırılmamaktadır.
Ayrıca Hristiyan ve Yahudi öğrenciler her ne kadar muafiyet imkanına sahip olsalar da bu dinlere mensup öğrencilerden din derslerinden muaf olabilmeleri için nüfus kayıtlarındaki din hanesini doldurmalarının beklendiği; kimlik kartlarında din bilgisinin boş bırakılması durumunda da muafiyet taleplerinin reddedildiği bilinmektedir. Dolayısıyla, Yahudi ve Hristiyan öğrenciler din derslerinden muaf olabilmek için din ve inançlarını açıklamak zorunda kalmaktadır.
NASIL?
3.DİN VE İNANÇ TOPLULUKLARININ TÜZEL KİŞİLİK EDİNEBİLMELERİNİ SAĞLAYACAĞIZ
NEDEN?
Ülkemizde din ve inanç topluluklarına özgü tüzel kişilik imkânı bulunmamaktadır. Bu durum söz konusu toplulukların ihtiyaçları doğrultusunda örgütlenme, mülk edinme ve onları yönetebilme, banka hesabı açabilme, kendi adlarına yargı yoluna başvurabilme gibi konularda yaşanan pek çok sorunu da beraberinde getirmektedir. Venedik Komisyonu da konuya ilişkin 535/2009 sayılı görüşünde, inanç topluluklarına özgü tüzel kişilik imkânı tanınmamasının örgütlenme özgürlüğü (AİHS 11. madde) yanında din ve inanç özgürlüğüne (AİHS 9. madde) de müdahale niteliği taşıdığını belirtmektedir.
Dini topluluklar her ne kadar bu sorunları aşabilmek için vakıf ya da dernek statüsü edinerek faaliyetlerini sürdürmeye çalışsa da bu statüler tam anlamıyla bir çözüm sağlamamakta; dolaylı bir şekilde fonksiyonlarını icra çabası devamlı yeni sorunları beraberinde getirmektedir. Örneğin dini topluluk kendi inancına özgü örgütlenememekte, keyfi müdahalelerden korunamamakta, esasında dini cemaate ait olan bir mülkiyet, üyelerin ölmesi ya da vakfı ayakta tutmak için gerekli olan koşulların ortadan kalkması ile vakfın son bulmasının sonucu olarak malvarlıklarının devlete geçmesine yol açmaktadır.
NASIL?
4.İBADETHANELERİN AÇILMASI, TANINMASI VE KULLANILMASINA İLİŞKİN SORUNLARI GİDERECEĞİZ
NEDEN?
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesi ve Anayasa’nın 24. maddesinde güvence altına alınan din ve vicdan özgürlüğü herkesin dinini veya inancını tek başına ya da toplu şekilde aleni veya özel olarak ibadet suretiyle açığa vurma hakkını da kapsamaktadır.
Türk hukukunda ibadethane kavramını tanımlayan, bir yerin ibadethane olarak kabulü için aranan unsurları gösteren herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu durum, ibadethanelerin açılması ve tanınması konusunda keyfi uygulamaları beraberinde getirmiştir.
Türk hukukunda, ibadethanelerin açılmasında mülki idare amirinin izni alınmak ve imar mevzuatına uygun olmak şartları aranmaktadır; ancak bu iznin hangi şartlarda verileceği ya da verilmeyeceği konusunda bir belirlilik olmadığından izin süreçleri keyfi bir şekilde sürdürülmektedir. Uygulamada, bu taleplerin mülki idari amirlerce reddedildiği ya da sürüncemede bırakıldığı çok sayıda örnek bulunmaktadır.
Sorunun bir diğer boyutu ise, farklı din ve inanç topluluklarının ibadethanelerinin ibadethane olarak kabul edilmemesidir. Bu durum, bu sorunla karşı karşıya olan din ve inanç topluluklarının ibadethane statüsünün sağladığı elektrik faturalarının ödenmesi ya da bedelsiz su kullanımı gibi çeşitli imkanlardan yararlanamamasına ve buna ilişkin farklı uygulamalara maruz kalmalarına yol açmaktadır.
Türkiye’de Alevilerin yaşamış olduğu bu sorunlara ilişkin AİHM tarafından verilen kararlarda, söz konusu uygulamaların din ve vicdan özgürlüğünü ihlal ettiği ve ayrımcılık yasağına aykırılık teşkil ettiği kabul edilmiştir. Buna rağmen bu kararların gereği halen yerine getirilmemiş, tüm ibadethaneleri kapsayacak adımlar atılmamıştır.
NASIL?
5.DİN GÖREVLİLERİNİN EĞİTİMİ, ÖĞRETİMİ VE MALİ HAKLARINDA AYRIMCILIĞA SON VERECEĞİZ
NEDEN?
AİHS’nin 9. maddesinde açıkça ifade edildiği üzere, din ve inanç özgürlüğü öğretim yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içermektedir. Ancak, ülkemizde Sünni Müslümanlara yönelik eğitim veren imam hatip liseleri ve ilahiyat fakülteleri dışında diğer dinler, mezhepler ve yorumları bakımından din görevlisi yetiştirmek üzere kurumsal bir yapılanma bulunmamaktadır. Örneğin, ülkemizde ruhban okulu bulunmaması Rum Ortodoks ve Ermeni Ortodoks Patrikhanelerinin kendi din görevlilerini yetiştirememelerine neden olmaktadır. 1971 tarihinde resmi makamlar tarafından kapatılan Heybeliada Ruhban Okulu topluluk liderleri tarafından sık sık talepte bulunulmasına rağmen hâlen açılmamıştır. Benzer şekilde, Musevi, Alevi, Caferi, Süryani din görevlileri bakımından da bu sorun sıklıkla dile getirilmektedir. Oysa din görevlisi yetiştirme, tüm dini topluluklar bakımından din ve inanç özgürlüğünün koruduğu haklardandır.
Öte yandan din görevlileri görevlerini yerine getirebilmeleri için gerekli olan mali kaynak bakımından da farklı muameleye tabi tutulmaktadır. Örneğin Sünni Müslüman din görevlileri arasında yer alan imamların maaşları devlet tarafından karşılanırken, farklı inanç topluluklarının din görevlilerine yönelik mali bir destek söz konusu değildir. 2015 yılında, bu konuda Kamu Denetçiliği Kurumu’na (KDK) yapılan bir başvuruda KDK, bu uygulamanın hakkaniyete ve hukuku aykırı olduğuna karar vererek Diyanet İşleri Başkanlığı’nın din görevlilerinin maaşını karşılaması gerektiği yönünde tavsiye kararı vermiştir. Ancak bu konuda bir adım atılmamıştır. AİHM’in İzzettin Doğan ve Diğerleri kararında da bu duruma dikkat çekilmiş, Alevi toplumunun dini kamu hizmetlerinin neredeyse bütünüyle dışında bırakılmasının ayrımcılık yasağını ihlal ettiğine hükmedilmiştir.
NASIL?
Demokrasinin işleyişi için yaşamsal önemde olan ifade özgürlüğü, çoğulcu demokrasinin temellerinden biridir. İfade özgürlüğünün vatandaşların haber ve bilgi alması, kamuoyu oluşturulması ile yakın ilişkisi nedeniyle bu hakkın keyfi olarak sınırlandırılması aynı zamanda demokrasinin de tehdit edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Zira ifade özgürlüğünün tam anlamıyla tesis edilmediği bir ülkede demokrasinin varlığından da söz edilemez.
AYM kararlarında ifade özgürlüğü; “çoğunluğa muhalif olanlar da dâhil olmak üzere” kişilerin fikirlerine serbestçe ulaşılabilmesi, düşünce ve kanaatlerinden dolayı kınanmaması ve bunları tek başına veya başkalarıyla birlikte çeşitli yollarla serbestçe ifade edebilmesi, anlatabilmesi, savunabilmesi, başkalarına aktarabilmesi ve yayabilmesi şeklinde tanımlanmaktadır.
Türkiye’de ifade özgürlüğü ve bu özgürlüğün özel görünümleri olan basın özgürlüğü ve toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı bakımından ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Uluslararası kurum ve kuruluşlar tarafından yayımlanan raporlarda Türkiye’de bu hak ve özgürlüklerin çok büyük tehditler altında olduğu belirtilmektedir. Bu raporlarda, televizyon yayıncılığının hükümetin duruşuna göre yapıldığı, internet yayıncılığının siyasi baskı altında olduğu ve gazeteciler ile sosyal medya kullanıcılarının sıklıkla yargılanma tehdidi altında kaldıkları gibi tespitler yapılmakta, Türkiye “internetin özgür olmadığı” ülkeler arasında gösterilmektedir.
1.ANAYASADA İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ GÜÇLENDİRECEĞİZ
NEDEN?
Demokratik toplumun vazgeçilmez unsurlarından olan ifade özgürlüğü ülkemizde en çok ihlal edilen haklardan biridir. AYM tarafından açıklanan bireysel başvuru istatistiklerinde, bireysel başvuru kararlarında adil yargılanma ve mülkiyet hakkından sonra en fazla ihlal edilen hak ifade özgürlüğüdür. AİHM’in güncel istatistiklerinde ise ifade özgürlüğü, Türkiye’ye yönelik ihlal kararlarının başında gelmektedir.
Bu durumun sebeplerinden biri de nefret ve şiddete teşvik etmeyen ya da başkalarının haklarını ihlal etmeyen düşünce açıklamalarının ifade özgürlüğünün kapsamı dışında değerlendirilerek cezalandırılmasıdır. Bu anlayış, ifade özgürlüğü üzerinde caydırıcı bir etki doğurmakta ve demokratik kültürün gelişmesinin önünde büyük bir engel teşkil etmektedir.
NASIL?
2.İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ İLE BAĞDAŞMAYAN SUÇ VE CEZALARI YENİDEN DÜZENLEYECEĞİZ
NEDEN?
İfade özgürlüğü açısından öngörülebilir olmayan, keyfiliğe imkân tanıyan ve bu hakkı ölçüsüz şekilde sınırlandıran yasal düzenlemelerin de yeniden ele alınması gerekmektedir. Başta Türk Ceza Kanunu’nda ve Terörle Mücadele Kanunu’nda ifade özgürlüğüne yönelik anayasal güvenceler ve uluslararası standartlar ile bağdaşmayan çeşitli hükümler bulunmaktadır.
Türk Ceza Kanunu’nun 299. maddesinde düzenlenen “Cumhurbaşkanına hakaret suçu” AİHM içtihatlarıyla açıkça çelişmektedir. AİHM’e göre, devlet başkanları ve siyasi kişilerin bulundukları kamusal mevki ve sorumluluk gereği daha toleranslı ve eleştiriye açık olmaları gerekmektedir. Oysa devlet başkanına özel bir koruma sağlayan ve yargı organları nezdinde ayrıcalıklı bir durum ortaya çıkaran bu suç, Cumhurbaşkanı’na daha yüksek düzeyde bir koruma sağladığı, hakaret içeren ifadelerin daha ağır şekilde cezalandırılmasına neden olduğu, aşırı ve keyfi şekilde uygulandığı ve bu durumun Avrupa konsensüsüne aykırılık taşıdığı gerekçesiyle ilga edilmesi yönünde Venedik Komisyonu tarafından bir görüş ifade edilmiştir.
Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesinde düzenlenen hakaret suçu da ifade özgürlüğüne yönelik bir sınırlama teşkil etmektedir. Çağdaş demokrasilerde, hakaret teşkil eden eylemlerin suç olmaktan çıkarılarak tazminat gerektiren bir davranış olarak özel hukukta düzenlenmesi veya hapis cezası yerine idari para cezasının düzenlenmesi gibi yaklaşımlar öne çıkmaktadır. Avrupa Konseyi tarafından da tavsiye edilen bu yaklaşımlar, kişilik hakları ile ifade özgürlüğü arasındaki dengenin kurulmasını sağlamakta; sivil toplumun ve bireylerin bir ceza yaptırımı baskısı hissetmeksizin düşüncelerini ifade edebilme ve toplumsal gelişime katkıda bulunabilmesine imkân sağlamaktadır. Ayrıca söz konusu maddede, kamu görevlilerine hakaretin suçun nitelikli hali olarak kabul edilmesi politik eleştirilerin kapsamını daraltmakta, ifade özgürlüğü bakımından caydırıcı etkiye yol açarak bireyleri kısıtlamaktadır. Oysa kamu görevlilerinin eleştirisinde eleştiri sınırı daha geniş olmalıdır.
Türk Ceza Kanunu’nda yer almakla birlikte ifade özgürlüğü ile bağdaşmayan bir diğer suç düzenlemesi de 301. maddede düzenlenen “Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin Kurum ve Organlarını Aşağılama Suçu”dur. Bu suç, daha önce yapılan değişikliklere rağmen, belirsiz içeriği dolayısıyla keyfi uygulamalarda, muhalif görüşlerin susturulmasında ve kamusal tartışmaların bastırılmasında bahane olarak kullanılmaktadır. AİHM tarafından verilen ihlal kararlarında da bu maddenin olağanüstü genişlikte ve her türlü fikir hakkında uygulanabilir olduğuna dikkat çekilmiştir.
Türk Ceza Kanunu’nun 215. maddesinde düzenlenen “Suçu ve suçluyu övme” ile 216. maddesinde düzenlenen “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” suçları uygulamada eleştirel ya da hoşa gitmeyen ifadelerin cezalandırılması amacıyla keyfi bir şekilde uygulanmaktadır. Venedik Komisyonu, Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesine ilişkin değerlendirmesinde bu maddenin hükümet politikalarına yönelik sert eleştirileri cezalandırmak amacıyla kullanılmaması gerektiğine ve cezalandırmanın ancak şiddete, silahlı direnişe ve isyana teşvik durumunda haklı görülebileceğini ifade etmiştir. AYM de benzer şekilde, bu maddeye ilişkin başvurularda, cezalandırmaya konu fiiller bakımından kışkırtma, nefret söylemi veya şiddet çağrısı şeklinde bir olgunun var olup olmadığını incelemekte ve suçun oluşması bakımından kamu barışını somut olarak tehlikeye sokan bir durumun gerekli olduğunu belirtmektedir. Benzer bir durum Türk Ceza Kanunu’nun 215. maddesi için de geçerlidir. Bu maddeye ilişkin başvurularda AİHM, suçu ve suçluyu övme suçunun öngörülemez şekilde geniş yorumlanmasının ifade özgürlüğünü ihlal ettiğini hükme bağlamıştır.
İfade özgürlüğüne aykırı olan ve hukuk devleti ile demokrasi ilkeleri ile bağdaşmayan bu hükümlerin kaldırılması ya da hukukun üstünlüğüne uygun şekilde yeniden ele alınması bir zorunluluktur.
NASIL?
3.TERÖR ÖRGÜTÜ PROPAGANDASI SUÇUNU HAK İHLALLERİNİ ÖNLEYECEK ŞEKİLDE YENİDEN DÜZENLEYECEĞİZ
NEDEN?
3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 6. ve 7. maddelerinde düzenlenen terör örgütü propagandası yapma suçu, ifade özgürlüğü ihlaline en çok yol açan düzenlemelerin başında gelmektedir. Başta gazeteciler olmak üzere hak savunucuları ve aktivistler; yaptıkları açıklamalar, katıldıkları gösteriler ve yazdıkları yazılar nedeniyle terör örgütü propagandası yapmakla suçlanmakta ve çok ciddi mağduriyetler yaşamaktadır. Mevzuatta terör kavramına ilişkin açıklığın olmaması, bu kavramın uluslararası standartlara aykırı şekilde geniş yorumlanması ve şiddetle sınırlı olarak ele alınmaması ifade özgürlüğünü kullanan bireyleri ağır yaptırımlarla karşı karşıya bırakmaktadır. Oysa AİHM içtihadında şiddete teşvik ve tahrik unsuru içermeyen ve hitap ettiği kitle açısından açık ve mevcut bir tehlike doğurmayan düşünce açıklamaları “ideolojik ve katı olarak nitelendirilseler bile” ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmektedir.
Benzer şekilde, Türk Ceza Kanunu’nun 220. maddesinin 6. ve 7. fıkralarının geniş yorumlanarak 314. maddeye bağlı olarak kullanılması, özellikle ifade özgürlüğü ile toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme özgürlüğünün kullanılması nedeniyle açılan davalarda bu hükme dayanılarak mahkûmiyet tesis edilmesi AİHM nezdinde hak ihlallerine neden olmaktadır. AİHM kararlarında, Venedik Komisyonu ile Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliği raporlarında birçok defa Türk Ceza Kanunu’nun 220. maddesinin 6. ve 7. fıkralarının “öngörülebilir olmadığının” ve kanunilik ilkesine aykırı olduğunun altı çizilmektedir.
NASIL?
4.ERİŞİMİ ENGELLEME UYGULAMALARININ KAPSAMINI DARALTACAĞIZ
NEDEN?
Web siteleri hakkında keyfi gerekçelerle erişim engellemelerinin getirilmesi ve bu erişim engellemelerinin de çok kapsamlı bir şekilde uygulanması ifade özgürlüğünü ve özelde internet özgürlüğünü ihlal etmektedir.
NASIL?
5.KÜÇÜKLERİ MUZIR NEŞRİYATTAN KORUMA KURULU’NUN YAPISINI DEĞİŞTİRECEĞİZ
NEDEN?
Sübjektif değer yargıları ile çeşitli içeriklerin muzır olarak kabul edilmesi sansürcü uygulamaların önünü açmaktadır. Karar alma yetkisi olan kurulların yapısında reform yapmak ve yeni değerlendirme kriterleri getirmek ifade özgürlüğünü genişletecektir.
NASIL?
Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğünün özel güvencelere bağlanmış farklı bir görünümünü ifade etmektedir. Önemi dolayısıyla ifade özgürlüğünden ayrı bir şekilde Anayasanın 28. ila 32. maddeleri arasında güvence altına alınan basın özgürlüğü kamuoyunun bilgilendirilmesinin ve kamuoyunda herhangi bir konuda kanaat oluşturulmasının en etkili araçlarındandır. Bu yönüyle, basın özgürlüğü de demokratik bir toplumun zorunlu temellerinden olup bireylerin gelişmesi ve toplumun ilerlemesinde önemli etkiye sahiptir.
Özgür ve bağımsız basın, demokrasilerde hayati bir rol oynamaktadır. Dolayısıyla basın özgürlüğüne yönelen her tehdit demokratik topluma da ağır bir darbe vurmaktadır.
Özgür basın, kamu siyasetine ilişkin konularda kamuoyunun bilgilenmesine ve tartışmalara katılmasına zemin hazırlayarak, siyasi karar alma süreçlerini katılımcı ve çoğulcu bir niteliğe kavuşturur. Ne yazık ki, medya kuruluşlarının büyük çoğunluğunun günümüzde iktidarın güdümü altına girmesi nedeniyle toplumun iktidarı denetleme imkânı ciddi manada zayıflamıştır.
1.ANAYASADA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ GÜÇLENDİRECEĞİZ
NEDEN?
Anayasanın 28. ila 32. maddeleri arasında düzenlenen basın ve yayımla ilgili hükümler, ayrıntılı ve karmaşık bir şekilde düzenlenerek özgürlüğün istisna sınırlamaları ise esas haline getirecek şekilde kaleme alınmıştır. Bunun yanında, bu maddelerin uygulanması noktasında da çok ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Gerek ulusal gerekse de uluslararası insan hakları örgütleri birçok raporunda bu konuya dikkat çekmiş olsa da basın özgürlüğü ve gazetecilere yönelik baskıların giderilmesi hususu çeşitli argümanlarla geçiştirilmekte ve görmezden gelinmektedir.
NASIL?
2.BASIN MENSUPLARININ ÖZLÜK HAKLARINI İYİLEŞTİRECEK, MESLEKİ FAALİYETLERİNDEN CEZALANDIRILMALARINA SON VERECEĞİZ
NEDEN?
Türkiye’de basın özgürlüğü ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. Öncelikle, gazetecilerin mesleklerini yaparken içinde bulundukları güçlükler bu sektör çalışanlarını yıpratmaktadır. Gazetecilerin ciddi bir işsizlik sorunu ile karşı karşıya olmaları, iş bulabilenlerin ekonomik ve sosyal haklar yönünden yeterli güvencelere sahip olmamaları, mesleki faaliyetleri dolayısıyla fiziksel saldırı ve ceza tehditlerine maruz kalmaları, siyasal iktidarın medya sahipleri üzerinden uyguladığı baskı, mobbing, sindirme ve işten attırma gibi durumlar bu mesleğin icrasını oldukça zorlaştırmaktadır. Ayrıca, uzun süren ceza yargılamaları, gazetecileri baskı altında tutmak ve yıldırmak için bir enstrüman olarak kullanılmaktadır. Kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla yaptıkları haberler dolayısıyla gazeteciler hakkında terör suçlarından soruşturma açılabilmektedir. Öte yandan gazeteciler çalışma şartları bakımından da güvencesiz bir durumla karşı karşıyadır. Bu da çeşitli güvencelerden mahrum bırakılmalarına yol açmaktadır. Gazetecilerin özlük haklarından yeterince yararlanamamaları ise çok daha kapsamlı bir sorundur. Gazetecilik mesleğinin güvencesiz bırakılması gazetecilerin bilgi ve haber yayma özgürlüğü yanında bireylerin bu bilgi ve haberlere erişebilme özgürlüklerini ihlal etmekte, demokratik değerleri aşındırmaktadır.
NASIL?
3.BASINI DÜZENLEYEN KURULLARIN BAĞIMSIZLIĞINI SAĞLAYACAĞIZ
NEDEN?
Türkiye’de basını düzenleyen ve denetleyen kurumların yapıları da basın özgürlüğünü önemli ölçüde daraltmaktadır. RTÜK’ün ve Basın İlan Kurumu’nun bağımsız yapıda olmamaları yaptırım yetkilerinin muhalif görüşleri bastırma aracı olarak kullanılmasına yol açmıştır. RTÜK, RTÜK Kanunu’nun 8. maddesinde yer alan devletin bölünmez bütünlüğü, genel ahlak gibi belirsiz gerekçelerle kamuoyunu ilgilendiren önemli konularda kolaylıkla yayın yasağı kararı verilebilmekte, yayın organlarına ağır yaptırımlar uygulanabilmektedir. Öte yandan, resmi ilanların gazetelere eşit ve adil olarak dağıtılması için kurulan ve özerk olması gereken Basın İlan Kurumu (BİK) ise muhalif gazetelerin susturulmasının aracı haline gelmiştir. Bu Kurumun basın organlarına ilan verilmesine yönelik yaptırım yetkisine sahip olması ilan ve reklam gelirlerine bağımlı olan basın kuruluşları üzerinde gittikçe artan ekonomik bir baskıya yol açmıştır. Netice olarak, bu kurumlar kamu yararına değil iktidar siyaseti adına medyayı denetleyen bir mekanizmaya dönüşmüşler ve uyguladıkları yaptırımlarla medya organlarını çalışamaz duruma getirmişlerdir.
NASIL?
4.BASINDA TEKELLEŞMEYİ VE HAKSIZ REKABETİ ÖNLEYECEĞİZ
NEDEN?
Medya sektöründe birkaç hâkim medya şirketinin öne çıkması, bu sektörde rekabeti imkânsız hale getirmiş ve medyada çoğulculuğu ve çeşitliliği olumsuz etkilemiştir. Reklam gelirlerinin neredeyse tamamı belli başlı şirketler arasında paylaşılmaktadır. Büyük medya sahiplerinin yatırımlarının bulunduğu farklı sektörlerde kamu ihalelerine girmeleri medya sektöründe yoğunlaşmaya ve kartelleşmeye yol açmıştır. Devletle medya sahipleri arasında bir çeşit iş birliğine dönüşen bu ilişki, sektörde rekabet edebilecek farklı şirketlerin de olmamasıyla birlikte basında çoğulculuğu ve çeşitliliği zayıflatmıştır. Bütün bu sorunlar basın özgürlüğü için gereken güvenceli ortamın oluşmasını engellemektedir. Oysa basın özgürlüğü bu mesleği icra edenlerin hakları kadar bireylerin haklarını, toplumsal gelişimi ve demokratik ilerleyişi ilgilendirmektedir.
NASIL?
Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı, AİHS’in 11. maddesinde ve Anayasanın 34. maddesinde düzenlenmiştir. İfade özgürlüğünün kolektif olarak kullanılan özel bir türü olan bu hak ile bireylerin ortak fikirlerini birlikte savunma ve başkalarına duyurmak için bir araya gelebilmeleri güvence altına alınmıştır. Farklı düşüncelerin ortaya çıkması, tartışılması ve yayılması işlevi gören bu hak demokratik toplumun en temel değerleri arasındadır.
Ülkemizde bu haklara ilişkin olarak ortaya çıkan olumsuz tablonun yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanamaması başta olmak üzere pek çok nedeni bulunmaktadır. Bununla birlikte, çeşitli yasal ve yapısal sorunlar da bu hakların kullanılmasında engel teşkil etmektedir. Gitgide uzaklaştığımız demokratik düzenin korunabilmesi için bu sorunların ortadan kaldırılması, ifade ve basın özgürlükleri ile toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının uluslararası standartlarda güvence altına alınması bir zorunluluktur.
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, Anayasa’nın öngördüğü bildirim sistemini, fiili olarak izin sistemine dönüştürmesi bakımından sorunludur. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin mülki idari amirlere en geç kırk sekiz saat önceden bildirilmesi şartı ani gelişen ihtiyaçlar karşısında engel teşkil etmekte, ayrımcı uygulamalara yol açmaktadır. Kanun’da toplantı ve gösteri yürüyüşlerine ilişkin olarak yer verilen zamansal ve mekânsal yasakların kapsamı bu hakkın kullanımını önemli ölçüde daraltmaktadır. Buna göre parklar, mabetler, kamu hizmeti görülen bina ve tesislerde ve bunların eklentilerinde ve Türkiye Büyük Millet Meclisine bir kilometre uzaklıktaki alan içinde toplantı ve gösteri yapılması kategorik olarak yasaktır. Oysa bu mekanlar toplantı ve gösteri yürüyüşünün amacına göre hakkın kullanımında etkili hale gelebilmektedir. Bu sınırlardan bir kısmı AYM kararları doğrultusunda yürürlükten kaldırılmış olsa da mevcut sınırlamaların toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin denetim ve katılım amaçları ile bağdaşmadığı bir gerçektir.
1.ANAYASADA TOPLANTI VE GÖSTERİ YÜRÜYÜŞÜ DÜZENLEME HAKKINI GÜÇLENDİRECEĞİZ
NEDEN?
Anayasa’da silahsız ve saldırısız olmak kaydıyla izin almadan kullanılabilmesi öngörülen bu hak, Anayasa’ya aykırı, ölçüsüz bir şekilde kanuni düzenlemeler ve uygulamada ortaya çıkan fiili engeller dolayısıyla kullanılamaz hale getirilmiştir. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda bu hakkın sınırlanabileceği hallere ilişkin yasaklama kararı verilmesi konusunda vali ve kaymakamlıklar yetkilendirilmiştir. Anayasa’da belirtilen sebeplerin mevcut olup olmadığına karar verme yetkisinin vali ve kaymakamlara verilmesi; milli güvenlik, genel ahlak gibi muğlak gerekçelerle çok sayıda toplantı ve gösteri yürüyüşünün kanuna aykırı olarak değerlendirilerek engellenmesine yol açmıştır.
NASIL?
2.TOPLANTI VE GÖSTERİ YÜRÜYÜŞLERİ KANUNU’NDA DEĞİŞİKLİKLER YAPACAĞIZ
NEDEN?
Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yeniden hak olarak algılanabilmesi için her şeyden önce uygulamaya yön verecek şekilde yasal değişiklikler yapılması gerekmektedir. Özgürlükçü bir bakış açısıyla yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
NASIL?
3.TOPLANTI VE GÖSTERİ YÜRÜYÜŞLERİNİN KRİMİNALİZE EDİLMESİNE ENGEL OLACAĞIZ
NEDEN?
Türkiye’de son yıllarda toplantı ve gösteri yürüyüşlerine yönelik giderek artan bir tahammülsüzlük ve baskı söz konusudur. Özellikle polis baskısı ve şiddeti ile birlikte ortaya çıkan bu hal, diğer insan haklarının kullanımını önemli ölçüde etkileyen toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkını ihlal etmektedir. Anayasal haklarını kullanmak isteyen bireyler düşmanlaştırılmakta ve orantısız güç, haksız gözaltı ve ceza yargılamaları ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Ayrıca Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda düzenlenen suç ve cezalar da bu hakka yönelik ölçüsüz müdahaleye zemin teşkil etmektedir. Buna göre, kişiler Anayasa’ya zaten aykırı olan yasaklara uygun davranmadıkları için hapis cezasına maruz kalabilmektedir. Kanun’a göre, toplantının barışçıl niteliğini etkilemeyen usuli yükümlülüklere aykırılık halinde dahi düzenleme kurulu üyeleri hakkında hapis cezasına hükmedilebilmektedir. Öte yandan eylem yapan öğrenciler hakkında disiplin soruşturmaları açılabilmekte, burs ve kredileri kesilebilmektedir. Demokratik toplumsal düzenin gerçekleştirilmesi bakımından özel öneme sahip toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına yönelik bu müdahaleler hakkın kullanımı noktasında caydırıcı etki doğurabilmekte; ayrımcılık yasağı, işkence ve kötü muamele yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, adil yargılanma hakkı gibi çok çeşitli hak ve özgürlüklerin ihlal edilmesine yol açmaktadır.
NASIL?
4.TOPLANTI VE GÖSTERİ YÜRÜYÜŞLERİNDE ÖLÇÜSÜZ KOLLUK MÜDAHALESİNE SON VERECEĞİZ
NEDEN?
Ülkemizde hemen her gösteri ve yürüyüşe şiddetli biçimde müdahale edilmekte, kolluğun elindeki tüm araçlar orantısız biçimde kullanılmaktadır. Özellikle siyasal iktidarın baskısı sonucu son dönemlerde barışçıl eylemlerde dahi kolluk güçleri orantısız bir güç uygulamakta hatta işkenceye varan eylemlere neden olabilmektedir. Kolluk güçlerinin, evrensel hukukta ve ülke yasalarında tanımlanan zor kullanma yetkisinin çok ötesine geçen kural dışı, denetlenmeyen, cezalandırılmayan, siyasal iktidar tarafından görmezden gelinen, hatta teşvik edilen, şiddetin sıradanlaşarak gündelik yaşamın bir parçası haline gelen şiddete varan eylemlerine son vereceğiz.
Bir Anayasal hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşü, kolluk güçlerinin uyguladığı orantısız güç kullanımı ve haksız gözaltılar nedeniyle kriminalize edilmekte, vatandaşlar tarafından da bir kabahatmiş gibi algılanmaya başlanmaktadır. Ayrıca bu ölçüsüz müdahalelerin kötü muamele yasağını ihlal edecek kadar ağırlaştığı da görülmektedir.
NASIL?
İnsana değer vermeyen, insanın iradesini ve isteğini dikkate almayan her siyasal iktidar toplumdan korkar ve kopar. Bu kopuş karşısında baskı ve zor kullanarak toplumu kontrol altında tutmaya çalışır. Fakat bu kontrolün sonsuza dek sürdürülmesi mümkün değildir. Çünkü toplumun örgütlü kesimini oluşturan sosyolojik yapı yani sivil toplum, siyasal sistemlerin biçimlenmesinde hayati bir rol oynamaktadır. Sivil toplumun siyasal sistemin biçimlenmesindeki rolü, ülkedeki yönetim biçiminin demokratik olup olmadığının önemli göstergelerinden birisidir. Öyle ki sivil toplum örgütleri; özellikle toplum bilincinin yaygınlaştırılması, sosyal yaşama katılımın arttırılması ve kamu yetkililerinin şeffaflığının ve hesap verebilirliğinin sağlanması gibi yollarla demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesine ve gerçekleştirilmesine önemli katkılar sunmaktadır. Sivil toplum, katılımcılık açısından önemli bir araç ve demokratik toplumun asli unsurudur.
Bireylerin, kendilerini toplumun bir parçası olarak görmeleri ve devletle aralarındaki bağın salt hukuki bir zemin üzerine kurulu vatandaşlık bağından öte, akılla ve inançla içselleştirilmiş bir aidiyet bağına dönüşmesinin ancak kamu otoritesinin yetkilerini ve sorumluluklarını belirleme ve etkileme hakkına dayanan demokratik katılım ile mümkün olabileceğine inanıyoruz. Bu inanç doğrultusunda hedefimiz; bireylerin, devlet yönetimine ve karar alma süreçlerine olabildiğince fazla ve etkili bir biçimde katılabilecekleri bir demokrasi seviyesine ulaşmaktır. Bu hedef gerçekleştirilebildiği ölçüde halkın siyasal süreçlere yabancılaşması da önlenecektir.
Oysa ülkemizde, sivil toplum örgütleri özellikle son dönemlerde siyasetin arka bahçesi olarak görülmektedir. Partiler sivil toplum örgütlerini yutmaya ya da kendi siyasi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadırlar. Bu doğrultuda siyasal iktidara yakın sivil toplum örgütlerinin önü iktidar sahipleri tarafından gerek ekonomik gerekse idari yönden orantısız bir şekilde açılmaktadır.
1.SİVİL TOPLUMUN GÜÇLENDİRİLMESİNİ SAĞLAYACAĞIZ
NEDEN?
Devlet-toplum dengesinde devlet lehine bozulan güç dengesi bireyi ve dolayısıyla sivil toplumu zayıflatan bir etkiye neden olmaktadır. Özellikle 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen darbe teşebbüsünün ardından karşı karşıya kalınan iki yıllık OHAL süreci sonrasında, siyasal iktidara muhalif olan sivil toplum örgütleri ağır baskılara maruz bırakılmıştır. Sivil toplum faaliyetleri aşırı bir şekilde kısıtlanmış, yersiz soruşturmalar ile dernek ve vakıflar yıpratılmıştır. Özellikle insan hakları savunuculuğu temelli örgütlenmeler büyük baskı altında tutulmuştur. Sivil toplum örgütleri için öngörülen denetim araçları ve sivil toplum örgütleri ile ilgili bürokratik süreçler, bu örgütlerin kurulmalarını ve faaliyetlerini sürdürebilmelerini oldukça zorlaştırmaktadır. Bu durum, sivil toplum örgütlerinin, örgütlenmeye ve faaliyetlerine harcayacakları zamanı bürokrasiye harcamalarına ya da faaliyetlerini sürdürebilmek amacıyla kayıt dışı bağışlara yönelmelerine sebep olmaktadır.
Hedefimiz, örgütlenme özgürlüğünün önündeki bütün engelleri kaldırarak, sivil toplumun demokratik toplumun gerekliliklerine uygun koşullarda güçlenmesini ve etkililiğini arttırmasını sağlayacak ortamı oluşturmaktır.
NASIL?
2.SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN DENETİMİNİN KÖTÜYE KULLANILMASINA SON VERECEĞİZ
NEDEN?
Sivil toplum, devletten ayrı olarak örgütlenme özgürlüğünün olduğu bir alandır. Kanuna uygun bir şekilde kurulmuş ve tüzel kişilik kazanmış sivil toplum örgütleri, kendi doğalarına uygun olan temel hak ve hürriyetlerden yararlanırlar. Bu hakların başında maddi ve manevi varlıklarını koruma ve geliştirme hakkı gelmektedir. Bu kapsamda sivil toplum örgütleri faaliyetlerini yürütürken özerk olmalıdırlar. Bu özerklik, siyasi ve idari baskı ve denetim uygulamaları ile örselenmemelidir.
Özellikle 7262 sayılı Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun ile 5253 Sayılı Dernekler Kanunu’nda yapılan değişiklikler sonrasında sivil toplum üzerinde sürekli bir baskı ve müdahale aracına dönüştürülen idari denetim yetkisi, sivil toplumun oluşumunun ve işleyişinin önündeki en önemli engellerden birisi haline gelmiştir.
Örgütlenme hakkının özüne dokunur şekilde İçişleri Bakanlığı birimlerince gerçekleştirilen denetimler sivil toplum faaliyetlerini imkânsız hâle getirmektedir. Bu sorunu aşmak üzere sivil toplum örgütlerinin idari faaliyetleri yönünden iç denetim esas alınmalıdır. Buna karşılık kolluk tedbirleri ve yargı denetimi ancak sivil toplum örgütlerinin hukuka aykırı eylem ve işlemleri ile suç işlenmesi hallerinde söz konusu olmalıdır.
Sivil toplum yalnızca her bireyin politik, sosyal ve kültürel değerleri taşıyabildiği ve kendini ifade edebildiği özgürlükçü bir ortamda gelişebilir. Bu sebeple hedefimiz sivil toplum örgütlerinde kimisi gönüllü kimisi ücretli olarak yer alan bütün bireylerin kendilerini serbestçe ifade edebilmelerini ve faaliyetlerini serbestçe sürdürebilmelerini sağlamaktır.
NASIL?
3.SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN MÂLİ KAPASİTELERİNİN ARTIRILMASINI SAĞLAYACAĞIZ
NEDEN?
Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar olan sivil toplum örgütlerinin önünde neredeyse şirketlere benzer mali yükümlülükler bulunmaktadır. Bununla birlikte sivil toplum örgütlerinin yardım toplamalarının önünde de mevzuattan kaynaklanan ciddi engeller bulunmaktadır. Bu koşullar altında pek çok sivil toplum örgütü faaliyetlerini fiilen yürütemeyecek duruma düşmektedir.
Vakıflarda vergi muafiyeti, derneklerde ise “kamu yararına çalışan dernek” statülerinin kazanılmasında, yürütme organının takdir yetkisi keyfi olarak kullanılmaktadır. Bu statüler siyasi yakınlıklara göre dağıtılan birer imtiyaz halini almıştır. Kamu kurum ve kuruluşları yalnızca duymaktan memnun olacakları görüşleri paylaşacak sivil toplum örgütleriyle iş birliğini tercih etmektedirler. Bu nedenle sivil toplum kuruluşları ile kamu kurum ve kuruluşlarının iletişim ve iş birliği kısıtlı bir seviyede kalmaktadır.
Hedefimiz, sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerini sürdürebilmeleri ve bağımsızlıklarını koruyabilmeleri için ihtiyaç duydukları finansal yeterliliklere erişebilecekleri imkânların önünü açmaktır.
NASIL?
4.KAMU POLİTİKALARININ BELİRLENMESİ SÜRECİNDE SİVİL TOPLUMUN KATILIMINI ARTIRACAĞIZ
NEDEN?
Çağdaş demokrasilerin gereği olan çoğulculuk ve katılımcılık, halkın, seçimler dışında da kamusal politikaların karar alma ve uygulama süreçlerine katılımını gerektirmektedir. Bu katılımın gerçekleştirilmesinde bireylerin yanı sıra; bireylerden daha etkin konumda bulunan sivil toplum örgütleri ile merkezi ve yerel yapıların iş birliği içinde olmaları da önem kazanmaktadır. Bu bağlamda sivil toplum örgütleri, özellikle yönetsel yapıların demokratik ve katılımcı unsurlar ile donatılması ve hizmetlerin etkin ve verimli olarak yerine getirilmesi için gerekli unsurlardır. Müzakereci demokrasinin ideal olarak gerçekleşebilmesi için; müzakere ortamının baskılardan uzak, tarafsız, eşit, açık ve kapsamlı olması gerekmektedir. Bu nedenle karar alma yetkisine sahip kamu otoriteleri tarafından sivil toplumun görüşlerinin etkin olarak dikkate alınmasının sağlanması için, katılım sürecinde tüm aktörlerin dürüst olarak ve içtenlikle görüş alışverişinde bulunmaları gerekmektedir. Bu doğrultuda kamu kuruluşları ile sivil toplum örgütleri arasındaki ilişkiler, katılım, güven, hesap verebilirlik, şeffaflık ve sivil toplum örgütlerinin bağımsızlığı ilkelerine dayanmalıdır.
Ülkemizde de kamu kuruluşları ile sivil toplum örgütleri arasındaki iş birliği çerçevesinde karar alma süreçlerine katılımda kamu kuruluşları uygulayacakları politikalara dair sivil toplum örgütlerinin görüşlerine ve deneyimlerine başvurabilmektedir. Ancak, bu noktada katılım yalnızca bilgi verme ve kimi durumlarda danışma ile sınırlı kalmaktadır. Bir başka ifadeyle söz konusu politika öncelikle kamu makamları tarafından ortaya konulmaktadır. Oysa bu tür bir katılımın önünün açılması için konu yalnızca kamu makamlarının inisiyatifine bırakılmamalı ve bu tür bir iş birliğini açıkça düzenleyecek ve güvence altına alacak bir mevzuat yürürlüğe konulmalıdır.
Hedefimiz, sivil toplum örgütlerinin, kamu politikalarının şekillendirilmesi, uygulanması ve izlenmesi alanında katılımcı ve müzakereci demokrasiye uygun olarak etkin ve verimli bir şekilde faaliyet göstermelerini sağlamaktır.
NASIL?
Mülkiyet hakkı hem Anayasa hem de AİHS tarafından koruma altına alınmıştır. Anayasanın 35’inci maddesine göre; “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” AİHS’ne Ek 1 Nolu Protokol’e göre de “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.”
Bu düzenlemelerden anlaşılacağı üzere hem Anayasa hem de AİHS; mülkiyet hakkının mutlak bir hak olmadığını, bu hakkın belirli kurallar çerçevesinde sınırlandırılabileceğini kabul etmiştir. Ancak mülkiyet hakkının mutlak bir hak olmaması, bu hakkın sınırsız bir şekilde sınırlandırılabileceği anlamına da gelmemektedir. Anayasa, mülkiyet hakkının “kamu yararı” amacıyla ve ancak “kanunla” sınırlandırılabileceğini hüküm altına almıştır. AİHM ve AYM’nin mülkiyet hakkına ilişkin vermiş olduğu kararlara göre mülkiyet hakkına yönelik bir sınırlandırmanın hak ihlaline yol açmaması için “kanunilik”, “meşru amaç” ve “ölçülülük” kriterlerini birlikte sağlaması gerekmektedir. Bu kriterlerden herhangi birini sağlamayan bir sınırlandırma, mülkiyet hakkının ihlal edilmesi sonucunu doğurmaktadır.
Günümüzde hem AYM hem de AİHM; mülkiyet hakkının konusunun sadece taşınır ve taşınmaz mallarla sınırlı olmadığını, iktisadi bir değere sahip hemen hemen her varlığın; telif haklarının, hisse senetlerinin, patentlerin, emeklilik maaşlarının, alacak haklarının, müşteri çevresine sahip olma veya belirli bir mesleği icra etme hakkı gibi varlık ve değerlerin de mülkiyet hakkı kapsamında olduğunu kabul etmektedir. Dolayısıyla sadece taşınır ve taşınmaz mallara ilişkin değil iktisadi bir içeriği ve parasal değeri olan hemen her konuya yönelik sınırlandırmaların da mülkiyet hakkının sağlamış olduğu güvenceler çerçevesinde yapılması gerekmektedir.
AYM’nin bireysel başvuru bağlamında vermiş olduğu ihlal kararlarının hak ve özgürlüklere göre dağılımı incelendiğinde, mülkiyet hakkının, en çok ihlal kararı verilen ikinci hak olduğu görülmektedir. Yüksek Mahkeme’nin 2012 yılından bu yana vermiş olduğu 29.382 ihlal kararının 3.115 tanesi mülkiyet hakkına ilişkindir. Bu rakam, AYM tarafından verilen ihlal kararlarının %10,6’sına tekabül etmektedir. Bireysel başvuru kararlarına ilişkin bu istatistiki bilgiler, mülkiyet hakkı açısından AİHS’ne uyumlu bir hukuki alt yapının oluşturulması gerektiğini göstermektedir.
1.KAMULAŞTIRMA UYGULAMALARINDAKİ MÜLKİYET HAKKI İHLALLERİNE SON VERECEĞİZ
NEDEN?
Her ne kadar mülkiyet hakkının konusunun sadece taşınır ve taşınmaz mallardan ibaret olmadığı kabul edilse de taşınmaz mülkiyeti hiç şüphesiz mülkiyet hakkının en belirgin biçimlerinden biridir. Anayasanın 46’ncı maddesi ile devlet ve kamu tüzel kişilerine tanınan kamulaştırma yetkisi ise taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması noktasında büyük bir öneme sahiptir. Kamulaştırma yetkisi ile devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarının peşin olarak ödenmesi şartıyla, özel mülkiyette bulunan bir taşınmazı kendi mülkiyetlerine geçirebilmektedir. Taşınmaz üzerindeki özel mülkiyetin sona ermesi anlamına gelen kamulaştırma, mülkiyet hakkı üzerinde meydana getirmiş olduğu sınırlandırmanın önemi Dolayısıyla kanunlarda ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir. Bütün bu önlemlere rağmen kamulaştırma uygulamaları, mülkiyet hakkının en çok ihlal edildiği alanların başında gelmektedir. Kamulaştırma uygulamaları Dolayısıyla meydana gelen mülkiyet hakkı ihlalleri, birçok farklı şekilde ortaya çıkabilmektedir. DEVA Partisi olarak kamulaştırma uygulamalarına ilişkin kapsamlı bir çalışma yürüterek, taşınmaz mülkiyetinin en önemli sınırlandırma biçimi olan bu yetkinin hak ihlallerine yol açmayacak şekilde kullanılması için gereken tedbirleri alacağız.
NASIL?
2.VERGİ UYGULAMALARINDAKİ MÜLKİYET HAKKI İHLALLERİNE SON VERECEĞİZ
NEDEN?
Kamu hizmetlerinin finansmanının sağlanması amacıyla devletlere tanınan vergilendirme yetkisi, kişilerin mülkiyet hakkı ihlallerinin yaşandığı bir diğer önemli alandır.
Vergilendirme yetkisini devlet olmanın temel ilkelerinden biri olarak gören AİHM, vergiyi kamu hizmetlerinin finansmanının bir gereği olarak değerlendirmekte ve vergilendirme konusunda devletlere geniş bir takdir yetkisi alanı tanımaktadır. Nitekim AİHS’nin EK 1 Nolu Protokolü’nün mülkiyet hakkını düzenleyen 1. maddesinin 2. fıkrası; mülkiyet hakkına tanınan güvencelerin, vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda devletlerin sahip oldukları hakka halel getirmeyeceğini düzenlemektedir. Devletlerin sahip olduğu bu takdir yetkisi sadece vergilerin konulması ya da kaldırılmasını değil, vergilerin ve diğer kamu gelirlerinin tahsili için gerekli tedbirlerin alınmasını da kapsamaktadır.
Vergilendirme yetkisine ilişkin devletlerin geniş bir takdir yetkisine sahip olması, bu yetkinin sınırsız olduğu ve mülkiyet hakkına sınırsız bir şekilde müdahale edilebileceği anlamına da gelmemektedir.
Türk hukuku bakımından vergilendirme yetkisine ilişkin en önemli sınırı, Anayasanın 73’üncü maddesinde yer alan düzenleme oluşturmaktadır. “Vergi ödevi” başlıklı bu düzenlemeye göre vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler ancak kanunla konulabilmektedir. Ancak bir verginin şekli anlamda bir kanunla konulması, kanunilik kriterinin sağlanması bakımından tek başına yeterli değildir. AYM’ye göre; vergilendirme yolu ile mülkiyet hakkına yapılacak müdahalenin türü ne olursa olsun bu müdahale belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir bir kanuni temele dayanmalıdır.
Vergilendirme yetkisi ile mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin hak ihlaline yol açmaması için gerekli olan ikinci şart, müdahalenin kamu yararını gerçekleştirmeye yönelik olmasıdır. AİHM, kamu yararı kavramını tanımlamaktan kaçınmakta olup bu konuda taraf devletlere geniş bir takdir alanı bırakmaktadır.
Vergilendirme yetkisinin mülkiyet hakkının ihlal edilmesine yol açmaması için aranan son şart, bu yetki ile mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçülü ve orantılı, yani müdahale ile ulaşılmak istenen amaç ile söz konusu amaca ulaşmada kullanılan araç arasında bir dengenin olmasıdır. Nitekim Anayasanın 73. maddesinde de herkesin “mali gücüne” göre vergi ödemekle yükümlü olduğu düzenlenmiştir.
Adil yargılanma hakkı ile birlikte mülkiyet hakkı, vergi uygulamalarından kaynaklanan uyuşmazlıklar Dolayısıyla AİHM’ne yapılan şikâyet konularının başında gelmektedir. AİHM’nin bu şikayetler hakkında vermiş olduğu kararlar, “mükellef hakları” konusunda gerekli tedbirleri alarak mülkiyet hakkının ihlal edilmesine yol açan yasal düzenlemeler ve uygulamaların ortadan kaldırılması gerektiğini göstermektedir. DEVA Partisi olarak “mükellef odaklı” bir vergi politikası izleyerek vergilendirme yetkisi Dolayısıyla mükelleflerin uğramış olduğu mülkiyet hakkı ihlallerinin ortadan kaldırılması için gerekli tedbirleri alacağız.
NASIL?
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal bir devlet olduğu hususu ifade edilmektedir. Anayasanın 5. maddesinde ise kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, temel hak ve hürriyetleri sosyal devlet ilkesi ile bağdaşmayacak surette sınırlayan engelleri kaldırmak devletin görevleri arasında sayılmıştır. Sosyal devlet ilkesinden hareketle, Anayasa’da bireylerin Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler başlığında bazı düzenlemeler yapılmış, bu kapsamda; Ailenin Korunması ve Çocuk Hakları, Eğitim ve Öğretim Hakkı, Kıyılardan Yararlanma, Çalışma Hürriyeti, Sendikal Haklar, Sağlık, Çevre ve Konut Hakkı, Gençliğin Korunması, Sosyal Güvenlik Hakkı yönünden hükümlere yer verilmiştir. Tüm bu düzenlemelere karşın etnik, dini, coğrafi, ekonomik ve siyasal sebeplerle kişilerin bu haklardan aynı ölçüde yararlanması mümkün olmamaktadır.
DEVA Partisi olarak, ‘kişilerin insanca, onurlu ve güvenli bir yaşam sürmesini sağlayan haklar’ olarak tanımlanan sosyal hakları güvence altına almanın, devletin asli görevi olduğuna inanıyoruz. Bu sebeple, ‘Sosyal Haklar’ alanında hayata geçirmeyi planladığımız tüm çözüm önerilerimizi, “İnsan onuruna yaraşır bir hayat” ilkesinden hareketle oluşturduk. Böylece, sosyal hakların doğasına uygun biçimde, sosyal devlet ilkesine ve evrensel değerlere dayalı bir zeminde, kimsenin sosyal haklardan yararlanma bakımından geride bırakılmadığı aksine bu hakların adil ve yaygın biçimde kullanımının tam anlamıyla tesis edildiği bir yapıyı hayata geçireceğiz.
1.İNSAN ONURUNA YARAŞIR BİR YAŞAMI TEMİN EDECEĞİZ
NEDEN?
Ülkemizde tüm demokratik haklarda olduğu gibi sosyal hakların gereği gibi güvence altına alınamamasının temel nedenlerinden biri de devletin görevini yerine getirirken insan onuru temelli bir yaklaşım sergilememesidir. İnsanların muhtelif saiklerle ayrımcılığa tabi tutulması önlenememekte, ayrımcılık ve farklı muameleye tabi tutulma örnekleri hızla artmaktadır. Kişilerin kimi sosyal haklarını kullanırken farklı muameleye tabi tutulması, iktidar tarafından bilinçli bir politika olarak sürdürülmektedir.
NASIL?
2.SAĞLIK HAKKINI GÜÇLENDİRECEĞİZ
NEDEN?
İnsanların sahip olduğu hakların özünü yaşam hakkı oluşturur. Bu hakkın gereği gibi kullanılmasının temel şartı da sağlıklı olmaktır. Devletin asli görevlerinden birisi de bireylerin sağlıklı bir yaşam sürmeleri için gerekli ortamı sağlamaktır. Son zamanlarda ülkemizde sağlık hizmetine erişimde ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Siyasal iktidarın doktorlar başta olmak üzere sağlık meslek mensuplarına yönelik haksız ve yakışıksız tutumu bu hizmetin gereği gibi ifa edilmesini engellemektedir. Sağlık hizmeti veren kurumların yapılandırılmasında yaşanan sorunlar da insanların kaliteli sağlık hizmetine erişimini zorlaştırmaktadır. Sağlık Bakanlığı ve üniversite hastanelerinin mali yapısı bozulmuş ve kimsenin memnun olmadığı bir sağlık sistemi ortaya çıkmıştır.
NASIL?
3.SOSYAL GÜVENLİK HAKKINI GÜÇLENDİRECEĞİZ
NEDEN?
Sosyal güvenlik hakkı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde temel bir insan hakkı olarak sayılmıştır. Ülkemizde sosyal güvenlik sisteminde sık aralıklarla yapılan değişiklikler, çalışma barışını ve toplumsal huzuru bozmaktadır. 1990’lı yıllardan itibaren sosyal güvenlik sisteminde bütçeyi zorlayan ciddi açıklar sonrası önce 1999 yılında müteakiben 2008 yılında kapsamlı reformlar yapılmıştır. Popülist politikalar sonucu sürekli yürürlüğe konan prim afları ile sistemin sürdürebilirliğine büyük darbeler vurulmaktadır. Bu düzenlemeler sonrası farklı yıllarda sosyal güvenlik sistemine dahil olan bireyler arasında eşitsizlikler oluşmuştur.
DEVA Partisi olarak bireylerin tümünün sağlık hizmetlerinden yararlanabilmesi için sosyal güvenlik şemsiyesine dahil olması gerektiğine inanıyoruz. Çalışma hayatında yer alarak emeklilik hakkı elde eden kişilerin de emeklilik şartlarını iyileştirmek önceliklerimizdendir.
NASIL?
4.ENGELLİ HAKLARINI GÜÇLENDİRECEĞİZ
NEDEN?
Fiziksel, zihinsel, ruhsal ve duyusal yetilerinde çeşitli düzeyde kayıplarından dolayı topluma diğer bireyler ile birlikte eşit koşullarda tam ve etkin katılımını kısıtlayan tutum ve çevre koşullarından etkilenen bireyler olarak tanımlanan engelliler, toplumsal hayatta en fazla ihmal edilen kişilerdendir. Anayasa’da 61. Maddede “Sakatlar” olarak tanımlanan, 2010 değişikliğinde kendilerine “özürlüler” adıyla yer verilen bu kişilere devlet tarafından istenen düzeyde imkân sağlanmamaktadır. DEVA Partisi olarak engellilerin haklarının tanınmasını eşit yurttaşlık ilkesinin gereği olarak görmekteyiz. Temel hedefimiz engellilerin toplumsal hayata ve çalışma hayatına tam katılımıdır.
NASIL?
5.SENDİKAL HAKLARDA AVRUPA BİRLİĞİ STANDARTLARINI SAĞLAYACAĞIZ
NEDEN?
Çalışanların hak ve menfaatlerini gereği gibi koruyabilmeleri için sendikal olarak örgütlenebilmeleri demokratik toplumlarda büyük önem taşımaktadır. Ülkemizde sendikalaşma oranı son derece yetersizdir. İş sağlığı ve güvenliğinin yeterince tesis edilmediği, çalışanların yasal haklarını gereği gibi alamadığı bir ortamda sendikalaşma büyük önem taşımaktadır. Özellikle özel sektörde sendikalaşmanın önüne ciddi engeller çıkarılmakta, kamu işyerinde kurulu bulunan sendikalar ise büyük ölçüde aidat sendikacılığı yaparak başka bir sorunlu yapı oluşturmaktadır. İktidar, ideolojik olarak kendine uzak gördüğü sendikalara sürekli zorluk çıkarmakta ve çalışanları kendine yakın gördüğü sendikalara üye olmaya zorlamaktadır. Yine bu dönemde asli bir sendikal mücadele yöntemi olan grevler sürekli ertelenmektedir. 2003 – 2020 döneminde 17 grev erteleme kararnamesi yayımlanmış ve bu durumdan 194.039 işçi etkilenmiştir. Sendikal mevzuatımız ILO ve AB standartlarının gerisinde kalmıştır.
NASIL?
1.ÇEVRE HAKKINI GÜÇLENDİRECEĞİZ
NEDEN?
Herkes, insanî gelişimi mümkün kılan, sağlıklı, ekosistem açısından dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre değerlerini korumak, kirliliğini önlemek, kalitesini yükseltmek ve gıdaların doğallığını sağlamak herkesin ve devletin görevidir.
Sağlıklı bir ekosisteme sahip bir dünyayı miras bırakmak her neslin bir sonrakine borcu; bu şekilde emanet edilmiş bir dünyaya doğma hakkı ise her gelecek neslin hakkıdır. Buna rağmen, günümüzde küresel ekolojik kriz, hızlı ve yıkıcı etkileriyle her zamankinden daha görünür bir sorun haline gelmiştir. Ormanların yok olması, sera gazı emisyonlarının artması, yenilenemeyen kaynakların tükenmesi, su kaynaklarının kirlenmesi, çölleşme, su baskınları ve iklim değişikliği gibi çeşitli sorunlara yol açan ekolojik kriz, mevcut ve gelecek nesilleri etkilediği gibi bütün canlı yaşamı ve doğa üzerinde büyük bir tahribata yol açmaktadır.
Nitekim iklim krizi, aşırı hava olayları, ekosistemlerin yok olması, gıda güvenliği ve temiz su kaynaklarının yok olması, 21. Yüzyılda insanlığı tehdit eden temel konular olarak öne çıkmaktadır.
NASIL?
1.HAYVAN HAKLARINI ANAYASAL GÜVENCEYE KAVUŞTURACAĞIZ
NEDEN?
Bütün hayvanların aynı düzeyde var olma hakkına sahip oldukları, hiçbir hayvana kötü davranılamayacağı, acımasız ve zalimce eylem yapılamayacağı, bütün hayvanların saygı görme hakkına sahip oldukları Hayvan Hakları Evrensel Bildirisi’nde teyit edilmiş; hayvanları koruma ve savunma kurallarının, hükümet düzeyinde temsil edilmesi gerektiği ve hayvan haklarının insan hakları gibi yasayla korunması gerektiği ifade edilmiştir.
Bu doğrultuda, devlet; doğal hayatı ve hayvanları korumalı, hayvanlara yönelik eziyet ve kötü muamele yapılmaması için gerekli tedbirleri almalıdır.
NASIL?
Siyasi partilerin serbestçe faaliyette bulunabilecekleri demokratik ve güvenli bir ortam sağlamak, demokrasimize büyük bir katkı sunacaktır. Bu amaçla, siyasi partilerin kuruluş, işleyiş ve kapatılmalarına dair her türlü mevzuat içerisinde kuşatıcı bir değişikliğe gidilmesi gerekmektedir.
Ülkemizde faaliyette bulunan siyasi partilerin halen kapatılma tehdidi ile karşı karşıya kalabilmeleri, seçilmiş milletvekilleri ve yerel idarecilerin hala hukuku ayaklar altına alan birtakım uygulamalar ile görevden alınmaları endişe vericidir.
Parti yöneticileri ile üyelerinin neredeyse her gün karşı karşıya kaldıkları tüm bu tehditler yanında, demokrasiyi tehdit eden bir diğer durum da parti içi demokrasi bilincinin ülkemizde hala tesis edilememiş olmasıdır. Bireyler, üyesi oldukları siyasi partilerin yönetimsel süreçlerinden dışlanmakta, parti içi kademelerde faaliyet göstermekten uzak tutulmaktadırlar. Demokrasi bilincinin ülkemiz içerisinde gereği gibi tesis edilebilmesi adına, siyasi partilerin dışarıdan maruz kaldıkları tehditlerin giderilmesi yanında, parti içi uygulamaların da dijital dönüşüm sürecine uygun bir şekilde demokratikleştirilmesi gerekmektedir.
1.SİYASİ PARTİLER VE SEÇİM MEVZUATINI YENİDEN DÜZENLEYECEK, SİYASİ ETİK KANUNU ÇIKARTACAĞIZ
NEDEN?
Siyasi partilerin faaliyetlerinin, çalışmalarının, kendi iç işleyişlerinin ve karar alma süreçlerinin çoğulcu demokrasinin gereklerine uygun şekilde düzenlenmesi, demokratik işlevlerini yerine getirebilmeleri bakımından büyük önem taşımaktadır. Demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları olan siyasi partilerin bu amacı yerine getirebilmeleri ancak kendi iç işleyişlerinin ve karar alma süreçlerinin demokrasi ile uyumlu olması halinde mümkün olabilir. Parti içinde oluşmayan demokrasi kültürü sonrasında TBMM’ye yansıyarak, Meclis’in hükümeti etkin denetleyememesine ve güçsüzleşmesine yol açmaktadır.
Siyasi Partiler Kanunu’nda yer alan partilerin örgütlenmesi, karar alma süreçleri, aday belirleme yöntemleri ve gelir kaynaklarına ilişkin düzenlemeler bir yandan milletvekillerini etkisizleştirmekte, diğer yandan da siyasi partilerin demokratikleşmesini zorlaştırmaktadır.
Yürürlükte olan Milletvekili Seçim Kanunu temel olarak demokratik içerikten yoksundur. Bu durum demokratik toplumda zorunlu olan çoğulculuğun sağlanması için gerekli olan temsilde adalet ilkesini zedelemektedir. Dolayısıyla TBMM’nin demokratik meşruiyetinin güçlendirilmesi ve güçlü bir meclis için seçmenlerin Meclis’teki temsil oranının artırılması büyük önem taşımaktadır.
NASIL?
2.SİYASİ FAALİYETTE BULUNMA HAKKINI GÜÇLENDİRECEĞİZ
NEDEN?
Anayasa’da ve yasalarda siyasi parti üyesi olmaya yönelik getirilen kısıtlamalar ve uygulama vatandaşlarımızın siyasi faaliyette bulunmasını kimi zaman engellemekte kimi zaman ise siyasi faaliyette bulunmaktan kaçınmasına yol açmaktadır. Bireylerin özgürce siyasi faaliyette bulunabilmesi, fikirlerini ifade edebilmesi ve örgütlü yapılarda bulunabilmesi demokratik toplum düzeninin en önemli şartıdır.
NASIL?
3.PARTİLERİN KURULMASINDAKİ ENGELLERİ KALDIRACAĞIZ
NEDEN?
Siyasi partiler, doğaları gereği, birbirlerinden farklı şekillerde ortaya çıkmış fikir, inanç ve anlayışların birliktelik içerisinde dile getirildiği ortamlardır. Siyasi parti kuruluşu sırasında bürokratik engellerle partilerin kuruluşu ve tüzel kişilik kazanması engellenebilmektedir.
NASIL?
4.SİYASİ PARTİLERİN KAPATILMASINI ZORLAŞTIRACAĞIZ
NEDEN?
Parti kuruluşunda haksız engeller çıkarılması gibi siyasi partilerin kapatılmasında da demokratik toplum gerekliliklerinin bir parçası olarak daha somut ve açık şartlar ve usul öngörülmesi gerekmektedir.
NASIL?
5.YEREL YÖNETİMLERDE SEÇİLME HAKKINA HAKSIZ MÜDAHALELERE SON VERECEĞİZ
NEDEN?
NASIL?
• Yerel yönetimlerin seçilmiş organlarının geçici görevden uzaklaştırma kararındaki yetkinin münhasıran yargı organında olmasını sağlayacağız. Anayasanın 127. maddesinde değişiklik yaparak İçişleri Bakanı’nın yerel yönetimlerin seçilmiş organ ve üyelerini geçici olarak görevden uzaklaştırma yetkisini kaldıracak, geçici olarak görevden uzaklaştırma kararlarının, İçişleri Bakanı tarafından yapılacak olan başvuru üzerine Danıştay tarafından verileceği bir süreç öngöreceğiz.
• 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 45. maddesine 674 sayılı KHK ile eklenen fıkrayı ilga ederek kayyum atamalarına son vereceğiz. Haklarında geçici olarak görevden uzaklaştırma kararı verilen belediye başkanı yerine görev yapacak olan başkan vekilinin her durumda belediye meclisi tarafından seçilmesini sağlayacağız.
Hak ve özgürlüklerin yok sayıldığı siyasal sistem ülkemizi dibe çekerken, insanların nefes alamadığı mevcut iklim hukuk devleti iddiasını boşa düşürüyor.
Biz, tam demokrasiye giden yolun hak ve özgürlüklerden geçtiğini biliyoruz. Türkiye’ye bir zihniyet değişimi öneriyoruz. Bireyleri; siyasi düşüncesi, yaşam tarzı, dili, etnik kökeni, dini, mezhebi, inanıp inanmaması gibi sebeplerle ayrımcılığa maruz bırakan tüm mazeretleri reddediyoruz. Biz; 85 milyonun her bir ferdinin Türkiye’nin eşit ve onurlu vatandaşı olduğuna inanıyoruz. Eylem planımızı bu doğrultuda hazırladık. Hakların bir pazarlık konusu edilemeyeceği, eşit vatandaşlık hukukunun sağlanmasının Türkiye’nin geçmişten bu yana taşıdığı sorunları çözeceği bilinciyle cesur ve tam demokrat hedefler belirledik. Vatandaşlarımızın özgürlüklerini doyasıya yaşayacağı Türkiye’nin hızla zenginleşeceğini bilerek yaklaşımımızı ortaya koyduk. Şimdi prangaları sökmenin vaktidir. Türkiye’de herkes özgür, eşit ve mutlu olacak.
Bugün Türkiye, mevcut otoriter rejimin bir sonucu olarak en karanlık dönemlerinden birini yaşamakta, bireyler temel hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılmaktadır.
Temel hak ve özgürlüklerin yaygın ihlali, Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvuruları olağan-üstü şekilde artırmıştır. Anayasa Mahkemesi tarafından kaldırılamaz hale gelen bu iş yükü bizzat Anayasa Mahkemesi Başkanı tarafından itiraf edilir hale gelmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan başvurularda ise Türkiye, insan hakları ihlalleri başvurusunda birinci sıradadır. Freedom House’un 2022 endeksine göre de Türkiye yüz üzerinden otuz iki puanla özgür olmayan ülkeler kategorisinde değerlendirilmektedir. V-Dem Enstitüsü’nün her yıl açıkladığı demokrasi endeksinde ise, 179 ülke arasında 147. sırada yer almaktadır. Bu kötü tablo, demokrasi ve hukuk devletinde ciddi bir gerileme, temel hak ve özgürlüklerde yaygın bir ihmal ve sınırlama olduğunu ortaya koymaktadır. Anayasal hakların hemen hemen hepsinde hak ihlalleri bakımından ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Bu sorunlara daha yakından bakıldığında, örneğin, kolluk güçlerinin müdahalelerinde meydana gelen ölümlerin etkin bir şekilde soruşturulmadığı görülmektedir. OHAL döneminde zorla kaybetme vakaları yeniden başlamıştır. İşkence, kötü muamele ve eziyet iddiaları sıklıkla gündeme gelmektedir. Siyasi iktidarın baskısı ile yapılan ısmarlama yargılamalar nedeniyle pek çok vatandaşımız haksız ve hukuka aykırı bir şekilde terörist olmakla yaftalanmakta, özgürlüklerini kaybetmekte ve toplumdaki itibarları zedelenmektedir. Haksız gözaltı ve tutukluluklar, soruşturma ve kovuşturmalar sıradan vaka haline gelmiştir.
Yargılamaların uzun sürmesi, tutuklama başta olmak üzere koruma tedbirlerinin haksız ve hukuka aykırı bir şekilde uygulanması, kişi özgürlüğü için ciddi bir tehlikedir. Hukukilikten uzak kararlarla, kişilerin özgürlüğünden mahrum edilmesinin sonuçları artık telafi edilemez boyutlara ulaşmıştır. Bu nedenle gözaltı süreleri, tutukluluk süreleri, haksız gözaltı ve tutuklama ile birlikte haksız adli kontrol hükümlerinin uygulanması nedeniyle tazminat davası açılabilmesi gibi konularda mağduru koruyan ve daha kolay sonuca ulaşmayı sağlayan yasal değişiklikler yapılması gerekmektedir. Bütün bu ihlallerin işlenmesinde veya düzeltilmemesinde yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılmış ve yargının yürütmenin bir aparatı haline getirilmiş olmasının önemli bir rolü bulunmaktadır. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına yönelik sistematik ihlaller çok ciddi boyutlara ulaşmıştır. Basında, sosyal medyada ve daha genel olarak kamusal alanda yapılan düşünce açıklamaları, bilinçli bir şekilde engellenmekte, kriminalize edilmekte ve ceza yargılamaları aracılığıyla korku iklimi oluşturulup eleştirel sesler bastırılmaktadır. Basın özgürlüğü bakımından özellikle son derece sert uygulamalarla karşı karşıyayız. Bugün medya kuruluş-larının büyük ekseriyeti iktidarın etkisi altına girmiş ve iktidarın propaganda aracı haline dönüşmüş ve bu nedenle de toplumun doğru bilgiye erişim imkânı ciddi manada zayıflatılmıştır. Sivil toplum üzerindeki baskı ve ölçüsüz denetim yetkileri, devletten bağımsız olması gereken sivil toplum yapısına büyük zarar vermektedir. Yürütme organı ve idarenin gerçekleştirdiği temel hak ve özgürlük ihlalleri ne yazık ki yargı organları tarafından önlenememekte; hatta kimi zaman yargı faaliyeti iktidar tarafından bir silah gibi kullanılmaktadır. Yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirdiği gerçeği ile hepimiz doğrudan ya da dolaylı olarak her gün yüzleşmekteyiz. Özellikle terör yargılamalarında, ceza hukukunun en temel ilkelerinin dahi uygulanmadığı, üniversite öğrencisinden esnafına, sanatçısından akademisyenine herkesin terörist ilan edilebildiği, toplumun muhalif kesimlerinin sırf düşünceleri sebebi ile sürekli olarak ceza tehdidi ile karşı karşıya bırakıldığı bir dönemden geçmekteyiz. Demokrasi, hukuk devleti ve temel hak ve özgürlüklerdeki içler acısı hâlin düzeltilebilmesi için her alanda kuşatıcı yasal ve yapısal reformların gerçekleştirilmesi gerekmektedir. DEVA Partisi olarak, demokratik hukuk devletinin tesis edilebilmesi için Anayasa’nın, yasaların, uluslararası sözleşmeler ile ulusal ve uluslararası yargı makamlarının bağlayıcı kararlarının gereği gibi uygulanmasını sağlayacak yasal ve yapısal değişiklikler üzerinde ciddi bir şekilde çalışmaktayız. Hukuk ve adalet politikaları alanında bugüne kadar Demokrasiye Geçiş Eylem Planı, KHK Mağduriyetleri Eylem Planı ile Adil Yargı Eylem Planımızı kamuoyuyla paylaştık. Temel Hak ve Özgürlükler Eylem Planı ile vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerini genişletecek ve güvence altına alacak çözümlerimizi sunmaktayız. Tüm çabamız daha adil, özgür ve huzur dolu bir Türkiye için…
Özellikle 90’lı yıllarda yaşanan zorla kaybetme vakalarının çözümü için şeffaf bir süreç yürütecek, kayıplara ne olduğunun ortaya çıkarılmasını, kayıp yakınlarının yaşadığı belirsizliğe son verilmesini ve sorumluların açığa çıkartılarak faillerin cezalandırılmasını sağlayacağız.
Hak temelli örgütlenmelerin, demokratik toplumun gereklerine uygun bir şekilde kurulabilmesi ve faaliyetlerini sürdürebilmeleri için özgürlükçü bir politikayı hayata geçireceğiz. Sivil toplum kuruluşlarına yönelik ayrımcılığa ve baskıya son verecek, bu kuruluşların özgürce çalışabileceği güvenli, çoğulcu ve elverişli bir ortam oluşturacağız.
© 2022 Copyright @ Tüm Haklar Deva Partisi’ne aittir.
Veri Güvenliği ve Çerez Politikamız
Erişilebilirlik Araçları